Bildiğimiz, tanıdığımız sürekli dilimize pelesenk olan bir kavramın birden fazla mana taşıması kelime kökünün üretkenliğinden olsa gerek. Dil yapısı bakımından da zengin olan “ocak” kelimesi, kış mevsiminin bir ay adı olmasının da ötesinde çok fazla anlamı olan bir kavramdır. İngilizcesi January olan ocak, ay olarak da anlamlı bir sırra sahiptir. Bir yüzü sağa, bir yüzü sola bakan Roma Tanrısı Janus’dan geldiği bilinmektedir. Mitoloji de Tanrı Janus’un anlamı; bir yüzü geçen yılı, bir yüzü de yeni yılı temsil ettiği rivayet edilir. Aynı zamanda eski kent merkezlerinin girişlerinde Janus’un heykeli dikilir. Ve kentte giren ve çıkanların güvenliğini sağlayışını sembolize etmektedir.
TDK’ya göre ocak ateş yakmaya yarayan; pişirme, ısınma, ısıtma vb. amaçlarla kullanılan yer. Şömine gibi temel anlamların yanında mecaz anlam, yan anlam olarak da tanımlamaktadır: Baba ocağı, aile, sağlık ocağı, şifahane, asker ocağı, vatan borcu gibi birçok anlam gizlidir. Özellikle Anadolu’da ocak; saygı duyulan bir unsur olmakla birlikte ailenin devamını da ifade etmektedir. “Aile ocağı” ise soyun devamı, ocağın tütmesini ve ailenin birlikteliğini anlatmaktadır. Bir kült olan ocak bir inanç sisteminin de adıdır. Anadolu’nun eski çok tanrılı dinlerinden kaynağını alan Şamanizm gibi inançlarda da ocağa bir kutsiyet atfedilir. Yine Alevi Bektaşi geleneğinde de ocak, dedenin mensup olduğu soyu ifade eder. Ocak, dede soyundan geldiği için kurumsallaşan bir yapı halini almış ve dua edilen, sağaltım sağlanan, şifa bulunan, medet umulan kutsal mekânlar olmuşlardır. Bu kısa bilgilendirici girişten sonra beni etkileyen yol ve hakikat ifadesi olan ocağın ev hanesi içindeki birkaç pratik örneğine değinmek istiyorum.
Dolayısıyla ocak denilince içim burkularak anımsarım o bir zamanların kültürünü, yaşam biçimini… Belli aralıklarla konulan üçtaşın meydana getirdiği içinde ateşin yakıldığı üç dört çeşit yemeğin pişirildiği ev ahalisi tarafından kutsallık atfedilen mabetti. Ocak aileydi sevgiydi, rızkın katık edildiği paylaşıldığı, etrafında sıcak dost muhabbetlerinin yapıldığı yerdi. Bir dönem yaşayanların çocukluğuydu. Geniş ailelerin bir arada yaşadığı ocak kültürünün egemen olduğu erdemin, ahlakın ve sevginin bilge büyüklerin ağzında destansı bir şekilde anlatıldığı o mistik hava herkesi büyülerdi. Muhabbet eylerdi herkes dostun bağında… Odun ateşinde fokurdayan mis gibi çayın kokusu herkesi mest eder. Ardı arkası kesilmeyen kıtlama çaylar yudumlanır, tabii muhabbettin dibine vurulurdu. Uzun kış gecelerinin bitimsiz tadıydı.
Soğuk kış gecelerinde soluklandığımız, ısındığımız gün boyu yorgunluğumuzdan arındığımız yerdi ocak. Isıtılan avuçlar açılır bir yanda da ocağın altında aldığımız ateş çubuklarını hızlı bir şekilde sağa sola savurur, etrafa saçılan kıvılcımlar içimizi gıdıklardı. Bunun üzerine yukardan elimize inen bir tokatla kendimize gelir “yapmayın ocağın ateşiyle oynamayın, günahtır, çarpılırsınız” deyip nasıl bir hikmete sahip olduğu anlatılırdı ve can kulağıyla bir masalı dinler gibi dinlerdik. Ve eklerdi dedelerimiz, ninelerimiz ocağın ateşine tükürülmez, soğan kabuğu atılmaz (soğanın acı veren bir tadı olduğundan, hem ateşte kötü koku yayılmasın, hem de aile ocağına acı düşmesin manasındadır ) ocağa su dökülmez, avuç açılır önünde dua edilir bütün aile fertleri için… Bedduası da iç parçalar ve inanılır. Ocağın sönsün yanmasın, taşların yerinden oynasın, ocağına incir ağacı dikilsin gibi sözler korkulu beddualardır.
Uzun burmalı bıyıklarını iki parmağıyla itinayla ayıran nur yüzlü dedem el ederdi bize “Hele odadan sazımı getirin,” dedi mi o söz ikiletilmez hemen hazır ve nazır edilirdi önüne. Büyük bir kutsallıkla eline alır, öper, alnına koyar ocak başında toplanan ahaliden rızalık alınır ve tezene tellere nağme olur dökülürdü odanın içine… Kadınlar ve erkekler yan yana, omuz omuza huşuyla sazdan yükselen deyişte vücut bulur, üstlerine sinmiş yokluk yoksulluk unutulur, ocağın ateşinde pişen ekmekler pay edilirdi. O pay edilen ekmekler o kadar tatlı gelirdi ki, bal eylerdi herkes… Sıcak çaylar eşliğinde deyişler söylenir, çoğunlukla dinlenir arada eşlik edilirdi bazı sözlere… Sazın sözün tadı bir başkaydı. Dün ve bugün arasında bir köprü olan anılar gülümseterek kendini bugüne taşır…
Büyük bir haz ve hayranlıkla anımsıyorum o günleri… İnsanı hep dürtükleyen bazen de gülümseten çocukça bir yan, geçmişle kurulan köprünün aslında insanın hep çocukluğuna gitme arzusuna işarettir. İşte benim de çocukluğum bu odun -sonradan kömüre dönüşen- sobaların, kuzine, tandır ocaklarında mis gibi yayılan ekmek kokusu, portakal kabuklarının odanın içine yayılan parfüm misali kokusu içinde geçti. Bugün hatırladıkça aslında paha biçilemez bir huzur ve dinginlikmiş diye düşünürüm. Tarlada büyük bir emekle sırtlanıp getirilen patates çuvalları, içinden alınan patates köz olmuş ocak ateşine atılır ardından sabırla bir bekleyiş olurdu. Elden ele kapışılan patatesler büyük bir lezzetle yenir, çoğu kez sonrasında alınan enerjiyle çocuklar kartopu oynar, yanan odun ateşinin dumanı kar yağmış damların bacalarında göğe yükselirken orada yaşanan bir hayatın olduğunu haber verirdi.
Modern hayatın rehavetine kapılan günümüz konformist insanı eski tatları alamamaktan şikâyetçi maalesef. Hep bir nostalji havası içinde olan belli bir yaş grubundaki insanlar geçmiş günlerin ahlakını, adabını, erkân ve usulünü aramaktadır. Her şey tekleşti ve yabancılaştı bacalar tütmüyor, ocaklar sönmüş, insanlar terki diyar etmiş memleketlerini hepsi büyük kentlerin ışıltılı dünyasının cazibesine kapılmış, kaloriferli evlerde ısınma mücadelesi veriyorlar… Sobalı, ocaklı evler hanenin birlikte el açıp ortak ısındıkları yer iken şimdilerde herkes bir odaya kilitlenmiş durumda, büyük yalnızlıklar içinde, sanal dünyanın dijital zehirlenmesi içinde doğadan ve doğal olandan gün geçtikçe uzaklaşmakta.
Öyle bir geçer zaman ki demeden geçemiyor insan… Bir kavramdan daha fazlasını anlatır bize ocak… Yeni bir Ocak ayına girerken, yeni yılda herkesin hanesinde ocaklar tütsün, aşları pişsin, ocakları şenlensin sağlık ve huzur nail olsun…