Köleler ve Tarlalar
Önce kuşlar uçuştu akşamın alacasında, sonra çocuklar koşuştu. Hepsi birbirine benziyordu. Kuşlar ve çocuklar. Kız mı oğlan mı belirsiz, hepsi sıska, hepsi bakımsız, hepsi kara, hepsi güzel. O güzel çocuklardan biri geldi koşarak ve dedi ki: “Haydi çabuk olun, Bukka White kulübesinin önüne çıkıp oturdu.”
Kuşlar kulübelerin üzerinde bir tur daha dönüp, gecelemek için kendi yataklarını seçtiler ve yaprakların arasında yitip gittiler. Çocuklar oyunu bırakıp koşuştu yeniden. Kulübeler birer ikişer boşaldı. Bukka White’ın oturduğu taburenin tam karşısında, çayırda toplandılar. Önde çocuklar, arkada büyükler her akşam olduğu gibi, kendi yerlerini bulup yerleştiler.
Bukka White bembeyaz kıvırcık saçlı, kara kafasını kendi yaptığı iki telli çalgısına iyice yakınlaştırıp, kapkara parmaklarıyla çalmaya başladı:
I know I was born to die, but I hate to leave my children cryin.’
Biliyorum ölmek için doğdum ama çocuklarım arkamdan ağlasın istemiyorum.
Her biri tempo tutup el çırparak ona katıldı.
“Ağlayan çocuklarını terk etmek istemiyor” diye tekrarladılar.
Şarkıya yaşlı bir kadın girdi birden.
“Merhem yaptı ananız” diye feryat etti:
“Topladığı otlara gözyaşlarını katıp
Merhem yaptı ananız
Taşların ezdiği yaralı ayaklarınıza
Dikenlerin parçaladığı kanlı ellerinize
Kırbaçların yol yol iz bıraktığı acılı sırtınıza
Merhem yaptı ananız.”
Hepsi katıldı ona, tempo tutarak el çırptılar ve hep birlikte söylediler:
“Merhem yapmış anamız.”
Aynı ezgiyi genç bir adam onun kaldığı yerden sürdürdü:
“Sattılar karımı,
Son gece ocağın başında sarılıp ağlaştık
Sabah olunca gelip götürdüler
Üç çiftlik öteye sattılar karımı.”
Hepsi ayağa kalktı. Bukka White’ın çalgısının ritmine uyarak yeni bir şarkı çıktı gırtlaklarından:
“Vah vah vah, bu olanlar çok acı
Karısını satmışlar üç çiftlik öteye, ayırmışlar onları
Vah vah vah, bu olanlar çok acı.”
Ayakta tempo tutarak bir o yana bir bu yana sallanan küskün kalabalık duruldu sonunda. Hepsinin gözünde iki damla yaş vardı. Ağır adımlarla kulübelerine doğru yürüdüler, çocuklarının peşi sıra.
Onlar yorgun argın hemen uyuyakaldı ama melodiler pirinç, tütün ve pamuk tarlalarında yankılanmaya devam etti. Rüzgâr onları uzaklara taşıdı. Mississippi Deltası’nda boy atan bütün söğütler bu ezgilere kapılıp acıyla sarsıldı:
“Vah vah vah, bu olanlar çok acı.”
İlk Kayıtlar
Daha sonraları bir sabah erken saatlerde, kara mı kara, güzel mi güzel bir başka çocuk geldi koşarak. Tarlanın ortasında durup bas bas bağırdı: “Hey, bana bakın!” Ateş topu gibi alev alev yanan güneşin altında, iki büklüm olmuş, toprağa şıpır şıpır damlayan terini katarak çapa yapan kalabalık doğrulup ona baktı. Mintanlarının ya da eteklerinin ucuyla alınlarında biriken damlaları silerek, ellerini gözlerine siper yapıp çocuğa sordular:
– Ne var, ne oldu?
– Bir adam geldi. Dört tekerli, motorlu bir arabası var onun. “Git şarkı söylemeyi sevenleri çağır, hepsi gelip arabamın orada toplansınlar” dedi.
“Hepimiz severiz şarkı söylemeyi” dedi babalardan biri.
“Ya tarlalar ne olacak? Kim çapa yapacak bu köklere? Bırakamayız, sahip hepimizi kırbaçtan geçirir”dedi analardan biri.
“Hayır, hayır” dedi çocuk. O da öteki çocuklara benziyordu. Ne kız ne erkek, sıska ve bakımsız, kara mı kara, güzel mi güzel. Heyecanla devam etti:
– Sahip izin verdi çünkü arabalı adam önce onunla konuştu, sonra bana ‘Git onları çağır!’ dedi.
O zaman bütün çapalar birer birer köklerin dibine bırakıldı. Bukka White önde, diğerleri onun arkasında dört tekerlekli motorlu arabanın etrafını sardılar.
“Ben Bay Lomax!” dedi gülerek onları selamlayan adam. Arabasının arkasındaki kapağı açıp içindeki kara kutuları gösterdi. Yumurta benzeri, pırıl pırıl parlayan gri bir yumru çıkarttı aralarından ve soru dolu bakışlarla kendisine bakan kalabalığa doğru uzattı:
– İşte buna söyleyin şarkılarınızı, söyleyin ki o şarkılar uçup gitmesin. Bu kutular onları torunlarınıza ve onlardan bile sonra gelen nesillere ulaştırabilir.
Kalabalık dönüp birbirine baktı. Aralarında çekingen mırıldanmalar oldu. O zaman Bay Lomax gri yumurtayı ağzına yaklaştırıp seslendi: “Hi guys!” Bir düğmeyi çevirince aynı ses, “Hi guys!” diye kara kutudan yankılandı. Kalabalık hemen anladı olanı biteni ve her biri kendi şarkısını söylemek için sıraya girdi. Sabırsız bir merakla beklediler kara kutudan yankılanan kendi seslerini. Aralarından biri bir şarkıya başlıyor sonra diğerleri aynı melodiyi sürdürerek ona katılıyordu. Çocuklar el çırpıyor ayaklarını “pat pat” yere vurarak tempo tutuyorlardı. Bay Lomax arabanın yanına çıkarttığı portatif koltuğuna oturmuş, kristal kocaman bir bardağa viskisini doldurmuş, purosundan kısa kısa nefesler çekerek havaya üflüyor ve keyifle gülümsüyordu. Akşam olduğunda Bukka White, Bay Lomax’ın ona “Bir de bunu dene!” diyerek, uzattığı beş telli çalgıyı minnetle kabul etti. “Bunun adı banço” dedi Bay Lomax: “Eminim sen bunu da konuşturursun.”
Bukka White yeni çalgısını gururla havaya kaldırıp salladı. Neşeli sesler yükseldi kalabalıktan. O anda bilmeseler de bu ilk hediye onların yaşamında, yepyeni ezgilerin filizlenmesine sebep olacaktı. Hiç zaman kaybetmedi Bay Lomax, “Gene geleceğim” diyerek dört tekerli motorlu arabasına binip, yolun tozuna karışıp gitti.
Göç Başlıyor
Acıklı şarkılarla geçti yıllar. İyilik, güzellik, bolluk, huzur ve güven hiç uğramadı yaşamlarına. Yeni acılarla yeni şarkılar söyledi Bukka White’ın binlerce çocuğu ve torunu. Aldıkları mirası kendilerine has yetenekleriyle geliştirmek için her akşam bir kulübenin önünde toplanarak çalıp söylemeye devam ettiler. Ancak böyle katlanıyorlardı yoksunluğa ve yoksulluğa. Onlar biraz daha şanslıydılar, kendi müzik aletlerini yapmak zorunda değildiler ataları gibi. Ellerine geçen tüm kazancı yatırıyor olsalar da yeni müzik aletleri almaya devam ettiler çünkü yaşadıklarını ve insan olduklarını anlamanın tek yolu çaldıkları ve söyledikleri şarkılardan geçiyordu, bunu en iyi bilen onlardı.
Günün birinde bir akşamüzeri, birbirine benzeyen güzel mi güzel, kara mı kara, sıska ve bakımsız çocuklardan biri daha geldi koşarak. “Sahip traktör almış, artık bizi istemiyor” dedi.
“O da ne?” dediler hep birlikte.
– Bizim yaptığımız işi yapan bir makineymiş. Sahip kâhyaya anlatırken gizlice dinledim.
“İyi öyleyse!” diyerek, kâhyanın gelip onları kovmasını beklemeden çocuklarını ve müzik aletlerini alıp yola koyuldular. Başka alacak bir şey yoktu kulübelerde. Ne bir eşya, ne bir bavul, ne bir giysi, ne de bir erzak. Duymuşlardı bir yerlerden büyük şehirlerde iş olduğunu. Yolda diğer toprak sahiplerinin işten çıkarttığı kardeşleriyle karşılaştılar. Hep beraber New Orleans’a(*) doğru ilerlerken aynı şarkıyı söyleyen dev bir ağızdı onlar artık.
I ain’t got nothing, but the blues.
Kaybedecek kazanç yok, umut yok, beklenti yok
Bizim hiçbir şeyimiz yok, şarkılarımızdan başka.
Cajun’lar
Gemiden küçük, kayıktan büyük bir tekneyle yol alıyorlardı. Kalabalıktılar, çok kalabalık. Arkalarından gelen tekneler de doluydu. Göçmek zordu ama güçlüydüler. Toplanıp hep birlikte karar vermişlerdi, hep birlikte olunca katlanmak daha kolay geliyordu.
Kanada’yı terk etmek zorunda bırakılan Cajun’ları ihtiyar Mississippi taşıyordu kuzeyden güneye. Üzüntülerini, acılarını, korkularını rüzgâra katıp yolladılar. Koca nehir denize doğru akıp giderken umutlarına, gururlarına ve hayallerine sımsıkı sarıldılar.
Kumral tenli, renkli gözlü, güzel mi güzel çocuklar sardı yaşlı kadının etrafını.
“Anlat bize, anlat neler oluyor?” dediler.
Deltaya doğru hızla akarken nehir, teknenin ortasına oturup, bir masal anlatır gibi sabırla anlattı yaşlı kadın. Çocuklar meraklı gözlerini dosdoğru ona çevirip, çıt çıkartmadan dinlediler.
– Bizim konuştuğumuz dil Fransızca. İngilizler kendi dilimizi unutup onların dilini konuşmamızı istediler. Ayrıca biz, onların her dediğini yapmak zorundaymışız. Zorla bizi yönetmek istediler. Elbette karşı çıktık. Onlar da bizi vatanımızdan kovdu.
– Savaşıp kafalarını kopartsaydık onların.
– Güzel çocuğum, biz savaşmayız. Savaş ölüm demektir. Savaşta çocuklar babasız, kadınlar kocasız, analar oğulsuz kalır. Biz çiftçiyiz, üretiriz.
– Evimize bir daha dönemeyecek miyiz?
– Hayır evlatlarım, dönemeyeceğiz.
– Ya bizim bahçedeki elma ağacı… Ben onu istiyorum.
– Ben de topumu istiyorum. Annem onu eşyalarımızın arasına saklamış.
– O zaman getir de oynayalım.
– Hayır çocuklar, teknede top oynanmaz. Topunuz nehre düşerse bir daha bulamayız.
– Biz hep bu kayıkta mı yaşayacağız?
– Elbette hayır, birkaç güne kalmaz deltaya ulaşırız. Orada bizim dilimizi konuşan dostlarımız var. Onlara katılacağız, bize yardım edecekler.
– Evimiz var mı orada?
– Orada yeni evleriniz, okullarınız olacak.
– Yeni şarkılarımız da olacak mı?
– Hiç merak etmeyin, yepyeni şarkılar söyleyeceğiz.
Cajun’lar geldiğinde Fransızlar İspanyollara, İspanyollar Karayip yerlilerine, Karayip yerlileri kolonilerden kaçıp gelen Creol’lere, onlar da ektikleri tarlalardan kovulan emekçi kölelere karışmış, yeni şarkılar söylemekte, yeni yemekler pişirmekte, kısaca yepyeni bir dünya kurmaktaydılar. Bu karmakarışık topluluk Cajun’ların da yeni yuvası oldu. Siyah, beyaz, yanık şeker renkli; gözleri, burunları ve en çok da saçları birbirinden farklı bu insanlar diğerlerini sevdiler ve tenine, saçının sarısına karasına, gözünün yeşiline, mavisine aldırmadan dost oluverdiler. Bu sevgi dolu ve barışçıl birliktelik, dünyanın en güzel ezgilerini kendi içinden çıkartıp, New Orleans’a emanet etti. CAZ dediler adına. New Orleans’dan taşan nameleri ihtiyar Mississippi, dünyanın dört bir yanına gururla taşıdı.
Böylelikle, Afrika kıtasından Amerika kıtasına köle taşıyan gemilerin ambarında hıçkırıklar, yakarışlar ve çığlıklarla başlayan ilk ezgiler, Louisiana’nın tozuyla, toprağıyla karışıp çeşitlenerek yeniden doğdu.
* New Orleans: 1718 yılında Fransa’nın Mississippi şirketi tarafından kurulan şehre Orleans dükünün adı verilmiştir. Şehir, 1803 yılında Napolyon Bonapart tarafından Amerika Birleşik Devletleri’ne satılmış ancak adı aynı kalmıştır.