Bugün nasıl başlayacak diye düşünmeye başlamıştım ki ayak seslerini duydum. Hazırlamaya çalıştım kendimi o her tarafı küf kokan kokuya ama nafile gelmişti bile başıma.
Ocağın altını yaktı, tabii doğrusunu bulana kadar bütün düğmelere o kirli elleriyle dokunarak. Doğruyu bulduğunda ise bütün düğmelerin üzerinde bir önceki gün, hatta daha da önceki günlerden kalan lekelerin üzerine yenisi eklendi.
Her bir parmağı ayrı bir reçele batmış gibi yapış yapış dokundu koluma. İyice kavradı eli bir daha üzerimden çekilmeyecek sandım. Tepemdeki tülü kaldırdı, ışık gözlerimi aldı bir an. Her gece koyuyordu bu tülü. Demlenmekten içi çıkmış çay poşetleri koktu her yer. Diğer kolumu tuttuğunda ise artık yapacak hiçbir şeyim kalmamıştı.
Lavabonun içinde tabak çanak, çatal bıçak yığınının arasını açtı. Kaç günlük kül tabağı vardı bilmiyorum. Küf kokusuyla izmarit kokusu karışmış artık başımı döndürüyordu. Bir anda aklına başka bir şey geldi, koyuverdi beni mermer tezgâha.
Yanımda dibi yanmış bir tencere, solumda kuruyemiş kabukları taşmış bir küçük çerezlik. Su sesi geldi, aklı sıra temizlik mi yapıyor diye şöyle bir heveslendim. Ama içimden çıkardığı çay poşetlerini sudan geçirip tekrar içime atmaz mı? Tek elini cebine soktu sigarasını yaktı. Yarısı uzamış yarısı kırılmış tırnaklarının arasından sigaranın dumanı çıkıyordu. Birazdan külü de yere düşecek ve o da ayağıyla iteleyecekti düşeni. Ben de ne de olsa bir çaydanlıktım.