Tabiatın iradesi
birbirinden ayırt etmediğimiz
şeylerden öğrenilebilir.*
“Hayatı ve görünürlüğü mümkün kılan ışık”, John Berger 2009 yılında geçirdiği ilk katarakt ameliyatının ardından aldığı notlarda böyle yazıyordu. Katarakt deneyiminden yola çıkarak bize dünyayı aydınlatan esas kaynağın, dışarıda olmayabileceğini ve bu kaynağın ne denli berrak oluşunun dünya algımızı temelinden dönüştürdüğünü anlatıyordu. Dünyayı zihinlerimize ve yüreklerimize çektiğimiz donuk perdenin ardından izlemeye mecbur bırakan algımız, ışık ve karanlık arasındaki o ilk çatışmadan besleniyor olabilir mi?
Her kültürde yaratılışın nasıl gerçekleştiği üzerine birbirinden farklı anlatılar mevcut. Bu hikayelerin birçoğunda ışık ile karanlığın bir aradalığına ve birbirlerini her an dönüştürmeye yazgılı oluşlarına rastlarız. Yaratılış hikayelerinde sıklıkla ışığın aniden ortaya çıktığına, karanlığın bilinmezliğini ve belirsizliğini gidererek düzeni duyurduğuna tanık oluruz. Japon yaratılış destanında ilk tanrılar, ışığın tanrılar ülkesini yaratmasının hemen ardından doğarlar.
“Başlangıçta hiçbir şey yokken ve bu sonsuz boşlukta kaos hüküm sürerken, bir ışık huzmesi ortaya çıkarak bulutları ve tanrıların ülkesi olarak bilinen Takamagahara’yı yarattı.”
Eski Ahit’te Tanrı, ışığın daha iyi olduğuna hükmederek onu karanlıktan ayırır.
“Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı. Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı […] Tanrı, ‘Işık olsun’ diye buyurdu ve ışık oldu. Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı.”
Yuhanna İncili’nde de ışığın yaşamın kendisi olduğunu duyarız.
“Başlangıçta O, Tanrı’yla birlikteydi. Her şey O’nun aracılığıyla var oldu, var olan hiçbir şey O’nsuz olmadı. Yaşam O’ndaydı ve yaşam insanların ışığıydı. Işık karanlıkta parlar. Karanlık onu alt edemedi.”
İnsan için evrenin oluşumu ya da mitolojik açıdan ‘yaratılışı’ başka hiçbir şeyle ölçülemeyecek kadar büyük ve yaşanan her an güncelliğini yeniden ilan eden bir olay gibidir. Berger ‘ışığın hangi nesneyi aydınlatırsa, gerçekte milyon yıllık bir dağ ya da deniz de olsa, ona hiç değişmemiş gibi bir ilklik niteliği kazandırdığını’ açıklar ve ‘ışığın sonsuza kadar sürekli bir başlangıç olarak var olduğunu’ dile getirir. Yaratılış ve ışığın eşzamanlı oluşu, belki de ışığın tabiatını dolaysız kavradığımız kimi küçük anları, görünürlüğün gizinde barınan bir anımsamaya dönüştürüyordur ve bu da bize lütuf gibi gelen şeyin ta kendisidir. Bir şeyi bir lütuf olarak kavramak, onun yüceltilmesi demek değil, aksine en sade yanını, her türden günlük tanımdan soyunduğunda, geriye en az kalan yanını görmeye başlamak demek. Bu gün ışığının, asma yapraklarının, taş duvarların ya da kırık camların içinden süzülüp de önümüze düştüğünde ancak, bize ulaşmak için ne çok yol teptiğini fark etmemize benziyor. Güneşe doğrudan bakmak böyle bir etki yaratmıyor kuşkusuz. Lütfedilen şeyden yaşam, onun kat kat giyindiği şahsiyetinden süzülüp, gözümüzü kamaştıran sessiz bir ışığa dönüşüyor. Lütfedilenin her daim gitmeye yazgılı olması da cabası… Yani kapının eşiğinde bizi, kaçınılmaz bir unutuş veya karanlığın kendisi bekliyor.
Berger için, ‘karanlık sanıldığının aksine bir son değil, bir giriştir.’ Katarakt olan gözüyle dünyaya baktığında, görünen nesnenin dış çizgileri arasındaki ayrımda, karanlığı belirgin bir şekilde seçebilmektedir. Sanki karanlık ışığı alt edememiş ama onun dünya ile kurduğu oyuna uyum sağlayarak var kalabilmiştir. Fakat bu nasıl bir oyundur?
Günlük yaşamda ışığı çoğunlukla üzerinden yansıdığı nesneler aracılığıyla ayırt ederiz. Nesneler görünür oldukça dünyayı düzenlemek de mümkün olur. Anlatılarda ışığın kozmosun (düzenin) habercisi olması boşuna değil. Düzenlerken bir yandan da isimlere ihtiyaç duyarız. İsimler şeyleri ışıktan ve karanlıktan bağımsız olarak bilmemize imkân tanırlar. Fakat isimler koymak, şeylerin üzerine düşen ışığın titreşimini ve canlılığını her nasılsa azaltır. Gözlerimiz ışığa alıştıkça onun mümkün kıldıklarını unutmaya başlarız. Görünümler gün geçtikçe donuklaşırlar. Tıpkı birisinin hakkında yargıya vardığımız anlarda olduğu gibi, şeyler, onlara koyduğumuz isimlerin ötesindeki anlamlara doğru genişleyemez olurlar. Çevrelerine karanlıktan bir kontur çizilmiştir artık. Lăozĭ, Tao Te Ching’te yüzyıllar önce bizi bu konuda uyarır.
“Düzen kurulmaya başlandığında,
İsimler oluşur.
İsimler bir oluşmaya başladığında,
Kimse bunu durduramaz.
Nerede duracağını bilmektir,
Tehlikeleri önleyen
[…]
Yol daima isimsizdir.”
Berger için ışıkla karanlık arasındaki bu eski oyun, talihli bir katarakt deneyimi sayesinde, ışığı yeniden bir başlangıç olarak algılamasıyla bozulmuştu. Her birimiz için aynısını dilemek, varsın alelade budalalık olsun…
“Sanki nesneler daha iyi aydınlatılmış olmaktan çok, benim her şeyin ışıkla çevrelendiğinin farkında olmamı sağlayan bir durum vardı. Hava öğesi ışık öğesine dönüşmüştü. Tıpkı balıkların suda yaşayıp yüzdükleri gibi, biz de ışığın içinde yaşıyor ve hareket ediyoruz.”
Gözde Uskur
Kasım 2021, İzmir
Yararlanılan Metinler
*Bu yazı Semra Elmacı Kumpasoğlu’nun 2014 yılında verdiği Yoga Felsefesi derslerinden esinlenerek yazılmıştır.
* Epiktetos, Kılavuz Kitap, Şule Yayınları, çev. Salih Adem, 1. basım, 2013, İstanbul
Yararlanılan Metinler
John Berger, Katarakt, YKY, çev. Cevat Çapan, 1. basım, 2010, İstanbul
https://www.animefantastica.com/japon-mitolojisinde-yaratilis-destani
Eski Ahit, Yaratılış 1:2-4
Yuhanna İncili, Tanrısal Söz 1:2-5
Lăozĭ, Tao Te Ching, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, çev. Sonya Özbey, 2. basım, 2017, İstanbul
Görsel
Eskizler, Kasım 2020, Gözde Uskur