Bir 1 Mayıs’a daha yaklaşıyoruz. 1 Mayıs’a yaklaştıkça da emek kavramı yine ön plana çıkıyor, yine dört bir yanda emeği kutsayan söylemler, yazılar görüyoruz. Halbuki emek, sadece 1 Mayıs yaklaşırken ya da 1 Mayıs’ta değil, her gün, hatta her an hayatımızın içinde, bizzat merkezinde… Etrafınıza şöyle bir bakın, emeğin ürünü olmayan tek bir şey gösterebilir misiniz? Ne diyordu Karl Marx, kültürü tanımlarken: “Doğanın yarattığı şeylere karşılık, insanoğlunun yarattığı her şeydir.” Ne dört başı mamur bir tanımlama öyle değil mi?
“Kültür ile emek ne alaka?” mı diyeceksiniz? Çok alakalı. İnsan, kültürün yapıcısı, yaratıcısıdır; peki insan, kültürü ne ile yapar, yaratır, var eder? Çok basit: Emek ile. Hem kol emeği ile hem de kafa emeği ile. Kültürün içine giren maddi ve manevi olguların hepsi, insanın fiziksel, zihinsel, düşsel vb. emeğinin sonucunda ortaya çıkmıştır (evet düşsel de dedim çünkü hayal gücünün insan yaratıcılığını olumlu yönde etkilediği pek çok örnek mevcut). Dolayısıyla kültürü ve kültürün evrensel boyutu olan uygarlığı, insan; emeği ile var etmiştir.
İşte bu her şeyin içinden neşet ettiği yaratıcı olgu, binlerce, hatta milyonlarca yıldır dünyayı omuzlarında taşıyor. Öyle ya, avcı-toplayıcılardan günümüz insanlarına değin bütün insanlık, yaşamını ama az ama çok, bir şeylere emek vererek devam ettirdi. Peki, yazının başlığında da belirttiğim gibi, emeği, dünyanın en yüce değeri yapan, daha doğrusu, emeğin dünyanın en yüce değeri olduğunun farkına varılmasını sağlayan şey ne olmuştur? İnsanlık tarihinde büyük bir kırılma noktası olan Sanayi Devrimi’ne kadar geçen sürece baktığımız zaman, insan emeğinin en çok şu üç alanda önem arz ettiğini görürüz: Tarımsal faaliyetler, savaşlar ve mimari yapıların inşası. İngiltere’de buhar makinesinin icadı sonucu ortaya çıkan Sanayi Devrimi’nden sonra ise emeğin en çok önem arz etmeye başladığı alan endüstri alanı olmuştur. Artı değer üretmek ve bu artı değeri satabilecek pazarlar bulmak üzerine kurulu bir sistem olan kapitalizm, bu artı değeri üretirken en çok insan emeğine ihtiyaç duymuştur. Tabii bu süreçte de her türlü sömürüyü yapmayı kendinde hak görmüştür. Zira insan emeğini sömürmeden, çok işe, çok üretime, emek verenlerin ancak boğaz tokluğuna çalışmasını sağlayacak kadar ücret vermeden, kapitalizmin ayakta kalması mümkün değildir.
Bu sömürü düzenine, bu köleleştirme anlayışına, günde 12 saat haftada 6 gün çalıştırılmalarına karşı, 1 Mayıs 1886’da Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu üyesi işçiler, günlük 8 saat çalışma talebi ile iş bıraktılar. Chicago’daki gösterilere yarım milyon işçinin katıldığı söylenir. Bu olaydan sonra emek, işçi ve işçi hakları, tarihteki yeri ve önemi açısından bambaşka bir noktaya taşındı. İşçiler, haklarını aramada daha bilinçli ve daha cesur hareket etmeye başladılar. Dünyanın dört bir yanında sendikal hareket hızlandı ve çok sayıda işçinin üyesi olduğu sendikalar kurulmaya başlandı. Emeğin, emekçinin önemi kavranmaya, emek ve emekçi olmadan hiçbir şeyin var edilemeyeceği; kalkınma, büyüme ve refah gibi burjuva iktisatçılarının çok sevdiği kavramların, işçilerin emeğinin (hatta bazen kanlarının, canlarının) üzerinde yükselerek var olduğu anlaşılmaya başlandı.
İşin pratik boyutu bunlar üzerinden ilerlerken, Karl Marx ve Friedrich Engels de, binlerce yıllık felsefi ve tarihsel altyapıyı kendi çalışmalarının odak noktası haline getirmiş, Alman İdealizmi, Fransız Sosyalizmi ve İngiliz Ekonomi-politiğini harmanlayıp, Hegel’in baş aşağı duran idealizmini ayakları üzerine çevirerek, işçi sınıfının ideolojisini oluşturmuş, proletaryayı tarihsel mücadelenin motor gücü addetmişlerdir. “Kendinde sınıf, kendisi için sınıf, proletarya, lümpen proletarya, artı değer, yabancılaşma vb.” gibi birçok kavram ile dolu binlerce sayfalık Marksist külliyat oluşturulmuş, bu pratiğin teorisi de bu şekilde ortaya çıkmıştır.
Marx’ın öngördüğünün tam tersine (çünkü o, proletarya devriminin sanayileşmiş ülkelerde olacağını öngörüyordu) yarı feodal bir tarım toplumu olan Rusya’da, koşulların da kendini dayatması ile, tarihteki ilk proletarya devrimi gerçekleşmiş ve komünist bir rejim kurulmuştu. Bundan sonra dünyanın çeşitli yerlerinde, bu tarz devrimler, ya bir savaş sonucu ya bir halk hareketi sonucu ya da başka bir komünist rejimle yönetilen ülkeden ihraç ve dayatma yoluyla gerçekleşmiş, bu durum vahşi kapitalizm karşısında komünizmin bir seçenek (ya da en azından bir denge unsuru) olmasını sağlamış ve dünyanın neredeyse 3’te 1’i bu seçenekle yaşamıştır (bu seçeneğin iyi ve kötü tarafları ayrı bir yazı konusu olup, bu yazının sınırlarını aşmaktadır).
Bütün bu gelişmelere rağmen, dünyanın birçok ülkesinde, işçi sınıfının durumu, bunca yıllık mücadele birikimine rağmen istenilen durumda değildir. Dünya çapında işgücü piyasasının gitgide değer kaybettiği, ücretlerin gitgide eridiği bir dönemdeyiz. Emek hâlâ kültürün, uygarlığın, doğanın yarattıklarına karşılık insanlığın yarattığı her şeyin yapıcı, var edici unsuru. Hâlâ bu özelliğini yitirmiş değil. Dolayısıyla hâlâ en yüce değer. Ama bu en yüce değere, bizzat kendinin olan bu yaratıcı güce, insanlığın, hak ettiği değeri vermiyor oluşu da garip bir ironi. Sanırım bu da kapitalizmin insanlığı kendine, kendi emeğine, o emeği harcarken ortaya çıkan sürece ve kendi türüne yabancılaştırmada ne kadar başarılı olduğunun bir göstergesi.
“Hürriyetin, elini kolunu sallayarak, en şanlı elbisesiyle, işçi tulumuyla bu güzelim memlekette” ve dünyada dolaşacağına olan inançla, “Ellerin Kabe’si var, benim Kabem emektir, kuran da kurtaran da emekçi insanlardır” diyen Ruhi Su’yu da saygıyla analım bitirirken:
“Kabe’si emek olanlara” selam olsun! 1 Mayıs İşçi Bayramı yeryüzünün tüm emekçilerine kutlu olsun!