Gazeteci-Yazar.

Sevgili Müge bir yazı istediğinde, kafamda epeydir döndürüp durduğum eksiklik, boşluk üzerine bir şeyler yazmaktı muradım. Hatta yazı üzerinde düşünürken ve çeşitli metinler okurken yazının başlığı da şekillenmişti: ”Eksiklik ya da elinin elimden kayıp gitmesi.” Ama başlığın oluşmaya başladığı zamanla, bu satırları yazmak için klavyenin başına geçtiğim zaman sürecinde başlık değişti.

 

Ölüm sizden sevdiğiniz kadını çalmıştır, naçarsınızdır; anılar kalmıştır geriye. Birileri ise kapıyı-pencereyi kırıp girmiştir eve, işine yarayacakları alıp götürmüştür. Anıların bir kısmı alınıp götürülürken, diğerleri ortalığa saçılmıştır. Eve girenlerin alıp götürdüğünden gayrı, hoyratça bıraktıkları dağınıklığı toparlamaya çabalarken, bir yandan da bu yazı kafamda dönüp duruyordu. Hatta zamanında yetiştirebilir miyim kaygısı ile özür notu bile yazmıştım Müge’ye. “Belki de” demiştim, “bu durum tetikler, yazarım, yazmak iyi de gelebilir.”

 

Bazı şeyler vardır ki bizi ifade eder, tamamlar. Eksik yanımızı onarır, boşluğumuzu doldurur,  mutluluk, heyecan verir, onunla ya da onunlayken kendimizi daha iyi hissederiz. Bu bir obje olabilir. Geçmişte yaşanmışlığı hatırlatan bir kalem, bir defter, iki satır yazı, bir oyuncak, eski bir kahve fincanı; belki onlarca kez fal bakılmış, yarın ne olacak denilerek ters çevrilmiş.

 

Ya da bir cüzdandan çıkan madeni paraya sarılmış, üzerinde Hıdrellez dilekleri olan kâğıt. Üzerinde hem dilekler yazılı, hem de bu dileklerin resimleri çizilmiş. Sizi hem anılara götürür, hem gelecek hayallerine. Anılara dalarsınız, ‘o dilekler yazılırken neredeydim, gece yarısı çıkıp, sokak köşelerinde gül dibi aradım, dilekleri gömmek için” diye. Bir yandan da o dileklerdeki umut dolu yarınların hayaline dalarsınız, henüz gerçekleşmemiş olan dileklerin hayallerine.

 

En çok da sağlık dilenmiştir o dileklerde, belki farkında olmadan, belki de bilinçaltının dürtmesiyle… Her dilek kâğıdında mutlaka vardır, sağlıklı yaşamak.

Olmayanı istemek, umut etmek bir eksikliği doldurmak için midir? Hayata mı dairdir, metafizik bir duygunun bazen yaşamın gerçeklerinden galebe çalması.

 

Yürürken el ele tutuşurduk hep, 32 yıl sonra bile ilk günkü gibi. Ben hep senin sağında olurdum, sen benim solumda. Bazen tersi olduğunda yürüyemez ve buna şaşarak gülerdik, şimdi sol yanım, sol elim boş… Boşluk da doldurulamayan bir şey, yokluk gibi… Rüyalarıma giriyorsun sık sık, konuşuyoruz… Uzun uzun değil ama konuşuyoruz çoğu kez. Son zamanlarda daha sakin ve huzurlu rüyalar, el ele tutuşup yürüyoruz, gülüyorsun, gerçek hayatta hep yaptığın gibi. Gittiğimiz hiçbir mekânda, hiçbirinde kendimizi şanssız, keyifsiz, her ne hal ise mutsuz, seçilmiş filan hissetmedik. Bizdik işte, birlikteydik, ne güzeldi…

32 yaşındayken, uzun sancılar sonrasında doğurduğu kızına hamile kaldığında tutmaya başladığı ve kızı 18 yaşına bastığında vermek üzere hazırladığı deftere şunları yazmıştı:

 

“Doğduğun gece kutsal bir şeyler hissetmeye çalışmış hissedememiştim. Hep öyle derlerdi, ‘annelik kutsal’, neden ben hissedemiyordum? İkimiz yalnızdık Hacettepe Hastanesinde, H… ertesi gün getirecekti ‘birinci gün pastanı’. Benim üstümde annemin diktiği mavi bir gecelik vardı, seni kundaklamışlardı ilk gece için. Öylece gözlerine baktım ve dedim ki, ‘Aman Yarabbim bu bebek harika ve ben onun için ölebilirim, kutsallık bu olsa gerek. Hissettiğim duygu hiç değişmedi yıllardır. Harikasın şekerim. Gerçekten harikasın ve kendini de evet, ama bizi de çok mutlu ediyorsun.”

O deftere yazdığı satırları daha sonra kızının 19. yaş günü için yazdığı bir mektuba eklemiş ve ardına da şu satırları yazmıştı:

“Dünyanın en güzel sesi kızımın kahkahasıydı. İçten, dolu dolu, insanı ne yapıyor ve düşünüyor olursa olsun güldüren, 19 yıldır bana, yaşadığım ve yaptığım hiçbir şeyden pişmanlık duymamamı hatırlatan o sıcacık, şımarık kahkaha!  Kuşlar, diğer çocuklar ve hatta rüzgâr kıskanabilir istediği kadar!!

Bir insanı mutlu etmek için, onu önemsediğinizi hissetmek yeterli belki de, bunu nasıl yapacağınızı bulmak için de biraz akıl kullanmak…

Sen beni her zaman çok mutlu ettin canım. Seni çok seviyorum.”

 

Ruhsal eksikliği, boşluğu her ne kadar farklı oyalanmalarla, günlük meşguliyetlerle, hobilerle gidermeye, doldurmaya çalışsak da, olmuyor. Anılar, yaşanmışlıklar, geriye kalanlar aslında tesellisi oluyor insanın. Kullandığı ama yarım kalmış parfümünden sıkmak bedenine, kokusu sinmiş yastığa sarılıp yatmak, özenle hazırladığı albümlere bakmak, yazdıklarını okumak -kartlar, mektuplar, küçük notlar- bir şey ararken bulunan ve zihinde kapalı kalmış odaları açan objeler iyi geliyor; güldürüyor, ağlatıyor, hüzünlendiriyor; tüm bu duygular insana dair. Geride kalana ama, o anıları bırakıp giden derin uykusunda, habersiz olan bitenden.

 

Anılar bırakmıştır giden, emanetler bırakmıştır, günü ve yeri geldiğinde yapılmak üzere… O anılara, emanetlere apansız ve hoyrat ellerin değmesi onulmaz yaralar açar zihinde, sere serpe dağılan anıları toplamaya çalışırken eksiklik derinleşir. Emanetler alınıp götürülmüştür hoyrat ellerin sahipleri tarafından, tüm geçmiş darmadağın edilerek. Sevdiğinin eşyaları saçılmıştır yerlere, o gittiğinden beri açmaya korktuğun çekmecelerden çıkarılıp saçılmıştır yerlere, koklamaya korktuğun fularlar dağıtılmıştır her yere. Yoktur kaygısı, yoktur duygusu yapanın; farkında değildir eksikliği daha da derinleştirdiğinin. Tek bir amacı vardır tüm bunları yaparken, en kısa sürede en çok yeri açıp, dağıtıp, aradığı değerli şeylere ulaşmak, bulmak ve alıp kaçmak. Bilmez ki yıllarca boyna takılmış kolye, kulağa takılmış küpe, gidenin anılarını yaşatacaktır kızının boynuna, kulağına takıldığında. Artık yerine konulamayacak olan candan kalanlar da gitmiştir ve katmerlenmiştir eksiklik.

 

Alıp gidenler için değerlidir takılar, maddi değerdir önemli olan. Yoktur ondan gayrı bir anlamı. Ama bilmezler ki, eksilttikleri maddi değer değildir, anıları çalmışlardır, yaşanmış güzellikleri örselemişlerdir, kirli ellerin tiksintisi sinmiştir ortalığa… Kahkahasına doyamadığı kızına mutlu günlerinde verilsin diye bırakılan emanetlerin gitmesinin ağırlığını taşımak nasıl da zordur bir baba için, bilmezler…

 

Hoyratlar dağıtıp, kirletip gitmiştir, odaların kapıları çekilmiştir, dağınıklık görünmesin gözüme diye, dokunmak, toparlamak zor gelmiştir birkaç gün; çare yoktur kalamaz ortalıkta sere serpe her şey. Toparlanma ve temizlik başlamıştır, zoraki. Yıkanabilenler atılır çamaşır makinesine; yeteri kadar temizlenebilecek midir eşyalar?

 

Belgeler, defterler, yazılar, fotoğraflar saçılmıştır yere, bir değeri yoktur onlar için. Örselense de, teker teker toplanır ve yerine konulur anılar, hüzünlü… Daha önce teker teker bakılan, anılara daldıran fotoğraflara uzun uzun bakılamaz, ağırdır tek tek bakmak, öncelik o anı yüklü şeylerin temizlenip, toplanıp yeniden yerine konulmasıdır.

 

O da ne? Yerlere saçılan şeylerin arasında bir para çıkar, toparlama temizleme yapılırken. Düşürmüşlerdir, tüm parayı çalmayı başaramamışlardır. Uzaklarda, başka ülkede yaşayan kızını arar adam, gülerek. Görüntülü konuşurlar, teknolojinin olanaklarıyla ve bulduğu parayı gösterir. Karşılıklı kahkahanın gözlerde yarattığı pusun sisinde, beyaz, minik bir kartonun üzerinde bakır 1 kuruş parlamaktadır. Tüm hoyratlıkları yerle bir eder, dünyanın en güzel kahkahası. Kahkahalar yoruma, yorum kahkahalara karışır: “En azından sıfırdan başlamayacağız.”

 

Yürürken el ele tutuşurduk hep, 32 yıl sonra bile ilk günkü gibi. Ben hep senin sağında olurdum, sen benim solumda. Bazen tersi olduğunda yürüyemez ve buna şaşarak gülerdik, şimdi sol yanım, sol elim boş… Sol elim boş, yüreğim sıcak, gözlerim nemli… V.B.S.Ç.S.

 

Ben…