Yaşlı kadın gülümsemeye çalışarak beyaz perdeden izleyiciye âdeta bir sır verir gibi fısıldar: “Bazen birazcık zor oluyor, yaşamak yani.” Senarist ve yönetmen Mia Hansen-Løve’ın, dünya prömiyerini Cannes Film Festivali’nde yaptığı Güzel Bir Sabah (Un Beau Matin) en çok da yaşlanma ve yitip giden hafıza üzerine bir film. Büyük sözler söylemeden yaşamın çelişkilerini, iniş çıkışlarını, döngülerini yalın ve etkileyici bir biçimde beyaz perdeye taşıyor. Güzel Bir Sabah filmi, şiirsel gerçekçi Fransız şair Jacques Prévert’in aynı başlıklı dizelerine bir gönderme aslında. Şiir, yaşamdaki boşluğu hiçbir şey yokmuşçasına geçiştirme hâlinden bahsediyor (https://www.antoloji.com/guzel-bir-sabah-siiri/). Mia Hansen-Løve’ın karakterleri de âdeta bu şiirden fırlamışçasına telaşsız ve dingin.
Léa Seydoux’nun hayat verdiği Sandra, simultane tercümanlık yaparak hem sekiz yaşındaki kızına hem de nörodejeneratif bir hastalıktan dolayı yavaş yavaş görme yetisini ve belleğini yitirmekte olan babasına (Pascal Greggory) bakmaktadır. Karakterlerin diyaloğu esnasında, kocasının beş yıl önce bir kazada öldüğünü öğreniriz. Sandra’nın felsefe hocası olan babası Georg ise hastalıkla birlikte yavaş yavaş hem günlük hem de entelektüel hayattan kopmaktadır. “Tüm hayatı düşünmeye adanmıştı,” der Sandra bu ironiye vurgu yaparken. Sandra kendisini, babasının tüm evini kaplayan kitaplarına, babasından daha yakın hissetmektedir. Georg artık “her şeyim” dediği kitaplarını okuyamaz olmuştur. Filmin en etkileyici sahnelerinden birinde Georg gittikçe kötüleşirken Sandra’nın huzurevinde çaldığı Schubert’in Piano Sonata’sını artık dinlemek istemez. Schubert, Georg için artık kaldıramayacağı kadar “duygu yüklü”dür.
Sandra, babasının ona olan sevgisinin hafızasıyla birlikte yavaş yavaş karanlığa gömüldüğünü fark etmektedir. Bu kalp kırıklığını, mutsuz evliliğinden bıkmış eski dostu Clement (Melvil Poupaud) ile yaşayacağı tutkulu ilişki ile dengelemeye çalışır. Tam da kızı ve babası arasında bir rutin oturtmuşken, aşk bütün iniş çıkışları ve karmaşıklığıyla Sandra’yı başka bir noktaya savuracaktır. Uzun bir süredir tensel hiçbir arayışı olmamış Sandra, Clement ile bedensel hazzı yeniden keşfedecektir.
Güzel Bir Sabah*; duyguların derinliğini, hayatın çok boyutlu ve çok katmanlı yapısını nüanslarla vermekte oldukça başarılı. Annesinin bir sevgilisi olduğunu öğrendikten sonra ilgi çekmenin yolunu topallama rolü yapmakta bulan küçük kız ya da tam çeviri yaparken sevgilisinden gelen telefon mesajıyla konsantrasyonu dağılan Sandra, hepimizin aşina olduğu durumların ve duyguların yansımaları sadece.
Filmin geneline sinmiş olan melankolik ve mahzun ruh hâlinin, Léa Seydoux’un olağanüstü oyunculuğu ile izleyiciye geçtiğini belirtmeliyim. Yeni Dalga akımının kült filmi Serseri Aşıklar’daki Jean Seberg’ı anımsatan saç kesimi ve sadeliğiyle Léa Seydoux, şimdiye kadar oynadığı tüm rolleri unutturuyor izleyiciye (Mavi En Sıcak Renktir’den Bond Kızı’na uzanan geniş bir karakter yelpazesini hatırlayalım).
Hansen-Løve, filmin senaryosunu kendi babası, Alzheimer’ın bir türü olan Benson sendromuyla boğuşurken yazmış ve bitirdiğinde babasını kaybetmiş. Bu anlamda filmin vuruculuğunun, kişisel olmasından da kaynaklandığı çok açık.
Keder ve tutku arasında gidip gelen sarkaçla birlikte mevsimler de değişir. Kış biter, Paris’e bahar gelir. Sandra’yı bundan sonra güzel olanlar kadar fırtınalı sabahlar da beklemektedir. Çelişkileri, trajedileri, sürprizleri ve rutinleriyle yaşam devam edecektir. Sacré-Coeur’a çıkan merdivenlerin tepesinden Paris’e bakarken film umutlu bir gelecek hayalini açık bırakır.