Seni görüyorum.
Bilimkurgu filmi Avatar’ı (1),
Pandora adlı uydunun barışçıl kabilesi Na’vi’yi,
Üstünden on yıl kadar bir zaman geçtiği halde o incecik mavi tenli yerlileri unutmadık. Ve en yakın hissettikleri an’larda birbirlerine ‘I see you,’ dediklerini de. Seni görüyorum. Öbürünün ruhunu gördüğünü, onu anladığını ifade edebilme becerileri, belki de ‘seni seviyorum’dan çok daha samimi ve gerçek. Sevmek sözcüğü yerli yersiz kullanılmaktan yıprandığı için ya da ille de karşımızdakini sevmek zorunda olmadığımızı, yine de ‘ötekinin’ duygularını, yarasıyla beresiyle, zaaflarıyla görebilmeyi; inansak da inanmasak da, aynı fikirde olsak da olmasak da kabul edebileceğimizi anlattığı için derin ve değerli.
Ormanla, ağaçla, suyla uyumlanmayı seçmiş; erkek Tanrı yerine Eywa adında bir Ana Tanrıça’ya ibadet eden Na’vi halkı manevi olarak tabii ki bizden çok daha ileri düzeye erişmiş bir toplum. Onlara hayranlığımızın, hafızamıza kaydetmiş olmamızın sebebi de bu, olmak istediğimiz gibiler ve yaşamak istediğimiz gibi bir yerde yaşıyorlar. Keşke onların tekâmül seviyesine erişebilseydik, böyle incelikleri hissederek yaşamayı başarabilseydik. Bu mümkün mü? Yoksa ancak kurgusal karakterlerde görüp kalbimizde kıpırtılar, ruhumuz uçan bir balon gibi hafiflemiş sinema salonundan çıktıktan birkaç dakika sonra kavgacı, dışlayıcı sokaklarda asık yüzlerimizle yürümeye mahkûm mu edildik?
Filmin senaristleri de seyirciyi ikna edebilmek için mekân ve zamanı bugünden koparmayı özellikle seçmiş olmalılar. Pandora, Dünya’dan uzakta bir uydu ve zaman yüz yıl sonrası. Uzak, hayalî ve asla göremeyeceğimiz bir zaman dilimi olunca hemen kanıveriyoruz. Hepimiz biliyoruz ki bu film, bugün bizim buralarda (yerkürenin tamamı için geçerli) geçseydi, inanmazdık ve film de ödüller toplayıp ‘tüm zamanların gişe hasılatı rekorunu’ hâlâ elinde tutamazdı.
I see you.
Kendi dilimizde söylerken sanki ‘ben’ biraz kayboluyor gibi geliyor bana. Bu yüzden art arda tekrar etmek gerekiyor ki idrak edebilelim. Ya da,
Ben seni görüyorum, diyerek ‘sen’den önce ‘ben’i öne sürebilmek anlamı, vurguyu güçlendiriyor.
Na’vi halkı öbürünü görebilme gücünü bir yaşam şekline dönüştürmeyi başarmışken ya bizler… Biz de genellikle ölümün kıyısındayken, çaresizliğimiz dibe vurduğunda ya da kaybedecek hiçbir şey kalmadığında kısa süreliğine ve geçici durumlarda onlara benziyoruz (içimizdeki Neytiri uyanıveriyor). Joseph Campbell tam bu noktada Schopenhauer’u ve ‘dönüm noktalarını’ hatırlatıyor:
“Vietnam Savaşı sırasında televizyonda helikopterlerle kendilerini büyük riske atarak arkadaşlarını kurtarmaya giden gençler gördüm. Nasıl oluyor da bir insan bir başkasının belasına ya da acısına böyle hiç düşünmeden, anında katılabiliyor ve kendi hayatını başkası için feda edebiliyor? Schopenhauer, bunun kendinizin ve ötekinin aslında bir olduğunuzun, bir hayatın iki farklı yönü olduğunuzun metafizik seviyede farkına varmanın dönüm noktası olduğunu söylüyor.” (5)
Oysa metafizik olarak bakınca senlerle benler birbirine karışıyor sanki. Var olup olmadığımızın bile kesin olmadığı muğlak bir durum.
“Rendekar doğru mu söylüyor? Düşünüyorum, öyleyse varım. Oldukça makûl. Fakat bundan tam tersi bir sonuç, var olmadığım, bir düş olduğum sonucu da çıkar: Düşünen bir adamı düşünüyorum. Düşündüğümü bildiğim için, ben varım. Düşündüğünü bildiğim için, düşlediğim bu adamın da var olduğunu biliyorum. Böylece o da benim kadar gerçek oluyor. Bundan sonrası çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor. Düşündüğünü düşündüğüm bu adamın beni düşlediğini düşünüyorum. Öyleyse gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek ben ise bir düş oluyorum…” (2)
Bilinmezliğin içinde ister metafizik ister bilimsel ister dinsel ister felsefi… Nereden bakarsak bakalım Dünya yüzyıllardır ilişkiler üstünden dönüyor. Benle senle. Beni anlamakla, seni anlamakla dönüp duruyor gezegenimiz. Zamandan tamamen bağımsız.
Ya on üçüncü yüzyılda Yunus Emre’nin iyimser yaklaşımıyla;
Sen sana ne sanırsan
Ayrığa da onu san
Dört kitabın manası
Budur eğer var ise… (3)
Ya da yirmi birinci yüzyılda Oruç Aruoba’nın umutsuzluğu ve inançsızlığıyla;
Yaşamında en zor işin, kendi yolunu yürümek olacak
– ve, ilişkin olan, önem ve değer verdiğin kişilere, bunu anlatmak: Yaşamının, yaşadığın kadarıyla,
yalnızca senin yaşamın olduğunu; aynı şeyin
onlar için de geçerli olduğunu; ilişkide olmanın da, bu temel gerekliliği engellemediğini,
engellememesi
gerektiğini…
Ama, anlatamayacaksın ki…
– Çünkü, daha kendin bile gereğince anlamamış olacaksın bunu… (4)
Maalesef aynı çukura düşmeden görememe gibi bir kusurumuz var. Hamurumuz böyle. ‘Yaşamayan anlamaz’larla, ‘Tok açın hâlini bilmez’lerle büyütülmüşüz. Aynı evde yaşadıklarımızı, komşuyu ‘göremezken’, hele uzakta olanı… Hele bize benzemeyeni… İktidarlar da bu zaafımızdan yararlanmayı çok iyi bilip bizi birbirimize kolayca düşürüyorlar. Hatta öyle düşürüyorlar ki asıl arı kovanına çomağı sokanın onlar olduğunu unutup birbirimizden tiksiniyoruz âdeta. Filmde Dünyalı şirket, Pandora’yı istilâ edip oranın yeraltı kaynaklarını tüketmek amacıyla halkı yurtlarından sürmeyi planlamış, bunun için de halkın güvenini kazanacak Avatar’lar göndermişti. Neyse ki evdeki hesap çarşıya uymadı, aşk, barış, doğa kazandı. İllakî kazanacak, daima öyle oldu ama maalesef savaşmak da gerekiyor.
I see you.
(1) Avatar, Film, Yönetmen; James Cameron, 2019
(2) Puslu Kıtalar Atlası, İhsan Oktay Anar, İletişim Yayınları,
(3) Yunus Emre (Bizim Kitaplar Yayınevi, Hanry Benazus, 2011
(4) de ki işte (s.21), Oruç Aruoba, Metis Yayınları
(5) Mitolojinin Gücü, Joseph Campbell, MediaCat Kitapları