Merak, insanlığın doğuşundan beri başımıza gelen en büyük bela! Belki de insanları diğer canlılardan ayıran en belirgin yetilerden biri. Gerçi kediyi öldürenin de merak olduğunu söylerler ama benim kastettiğim o değil, daha derini… İnsan doğası gereği meraklıdır ve bu yüzden başına o kadar çok şey gelmiştir ki! İşin aslı merakı yüzünden başına açtığı belalar, önüne serilen güzelliklerin yanında hiç kalır. Genel olarak düşünüldüğünde bizler meraktan hep kötü bir şeymiş gibi bahsederiz; onun fazlasının iyi olmadığını düşünür ve ne kadar az bilirsek o kadar iyi olduğuna inanırız. Şu büyüklerimizden bize kalmış olan miras! Bu miras ise en çok kadınların sırtına yüklenir, o sırtlarda taşınır; tuhaf bir paradoksla, meraklı olmak en çok kadınlıkla, kadınlarla bağdaştırılır.
Bu miras başıma bela açtığında 12 yaşındaydım. Yaşıma göre fazla gelişmiş bir çocuktum ve tahmin edebileceğiniz gibi çok meraklıydım. Eğer bir kadınsanız o yaşları bilirsiniz, o yıllarda size yaklaşmakta olan bir şey vardır ve onun ne olduğunu merak etmeden duramazsınız. Ben de bana yaklaşmakta olan o şeyi o kadar merak etmiştim ki anneme, teyzelerime, halalarıma sorup dururdum. Onlar da böyle bir durumda ne yapmam gerektiğini ya da ilk nasıl anladıklarını anlatırlardı ama bunun ne anlama geldiğini kimseden duyduğumu hatırlamıyorum.
Ve o şey bir gün geldi! Ben mavi önlüğümle sınıfta ders dinliyordum. Derken karnıma bir ağrı girdi; hayatımda hiç böyle ağrımamıştı. Tuvalete gitmek için izin aldım ve gittiğimde gördüm! Regl olmuştum… Okuldan kaçarcasına çıktım. Eve vardığımda titriyordum ve ağlamaya devam ediyordum. Evdekiler bunun kötü bir şey olmadığını söylese de ben kendimi çok beter hissediyordum; sanki kötü bir şey yapmıştım. Oysaki sadece merak etmiştim… Ve hemen ardından başıma gelmişti! Kadın olmanın dayanılmaz ağırlığı sırtıma yüklenecekti ve ben bunu daha ilk adımda hissetmiştim. Bu dünyadaki bütün iyiliklerin anası kadınlardı ve bana bıraktıkları mirası göğsümü gere gere taşımam gerekiyordu ama… Ama işin başka bir rengi vardı!
Kanla gelen
Jacqueline Schaeffer “Kadın Kanının Kırmızı İpliği” adlı yazısında şöyle der: Âdet kanının görülmesi’ kadının cinsel organının ortaya çıkışının ve kadınlığa geçiş belgesinin işaret fişeğidir. Aybaşları cinsiyet farkının en açık göstergesidir. Aynı yazısında şunu da söyler Schaeffer: “İster erkek olalım ister kadın, öteki cinsiyet her zaman kadın cinsiyetidir. Erkek cinsiyeti bilinendir, fallik evrenin narsisist yatırımının nesnesi olarak aynı kalır.”
Kan zaten korkulan bir şeydir çünkü bize acı, yara, hastalık ve ölüm gibi çağrışımlar yapar, yani kan olan yerde hep kötü bir durum vardır. En azından çocukken böyle biliriz.
Üstte bahsettiğim gibi kadınlık çok ayıp (!) bir şey olduğundan size kendi bedeninizden ve işlevlerinden ne kadar az bahsedilir ve siz ne kadar az bilirseniz o kadar iyidir. Merak edemezsiniz çünkü bilmemeniz gerekir ve eğer biliyorsanız, suçlanırsınız.
Çok meraklı bir kız çocuğu olarak, tam da anlamını merak ettiğim bir zamanda, ne olduğunu tam da anlayamadan regl oldum. Üstüne üstlük, bunun ne anlama geldiği anlatılıyordu ne de sonrasında neler olacağı… Sadece böyle bir durumda yani ayda bir ne yapacağım, bunu nasıl gizleyeceğim (çünkü asla görünemezdi) anlatıldı. Bir de artık erkeklere mesafeli olmam vb. Yani açık açık anlatılmasa da toplumsal kodlarla bunlar bir şekilde kafanıza kazınıyordu. Sanki bir hastalığa yazılan bir reçete gibi… Size de öyle gelmiyor mu?
Kan vardı, gizlemem gerekiyordu… Her ay başıma gelince yapacaklarım belliydi… Hele böylesi bir olay, çok küçük bir yaşta başıma gelince işler tümden karıştı. Kimse bu kötüdür demese de kötü olduğunu ve başıma bela açabileceğini düşünüyordum. Bir de bunu merak etmiştim! Bu sanki benim yüzümden olmuş, benim merakım yüzünden bu kötülük başıma gelmiş gibi hissediyordum… Sonra etrafımda uçuşan bir sürü soru: Kadın vücudu nedir? Bu kan niye atılır? Her kan kötü müdür? Bana bunları kimse anlatmadı, tersine bu kandan korktum ben, bu bedenden korkutuldum. Bedenimden korkuyordum, evet! Yine de merakım sayesinde, yıllar içerisinde bu muhteşem bedeni tanıdım. Yine o merak sayesinde o muhteşem kadın bedeninin o kanı niye attığını öğrendim; o kandan korkmamam, onu sahiplenmem gerektiğini ve onun aslında bana verilmiş bir bela olmadığını anladım.
Kadın bedeni ve kadın cinselliği, nesillerdir hep gizlenmiş, yasaklanmış ve mal olarak görülmüştü. Bu yüzden çok küçük yaşta, önce bunu merak ederek bir günah işlemiştim ve sanırım o işlediğim “ilk günah”tı.
Havva’nın yasak elması, Pandora’nın kutusu
İlk günah demişken, siz bunu farklı bir yerden hatırlıyor olabilirsiniz ama ben tarihte geriye gidip asıl ilk günahın ne olduğunu iki farklı örnekle anlatmak isterim.
Eski Ahit’e baktığımızda Tanrı, Âdem’in yalnız kalmasının iyi olmadığını düşünür ve Âdem uykudayken onun kaburga kemiklerinden birini alıp etle kaplar. Âdem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratan Tanrı, onu Âdem’e getirir, daha sonrasında ise Şeytan Havva’yı kandırır ve Havva yasak ağacın, diğer deyişle bilgi ağacının meyvesinden yer ve Âdem’e de yedirir.
Antik Yunan’a baktığımızda ise efsaneye göre Prometheus’un ateşi vererek insanları daha güçlü kılmaya çalışmasına öfkelenen Zeus, ondan intikam almaya karar verir. Hephaistos’u, insanoğlunun gördüğü en güzel yaratığı (bir kadındır bu elbette!) yaratmakla görevlendirir ve Tanrılar Meclisi’ni toplayarak, her birinin bu yeni yaratığa birer özel yetenek vermesini ister. Tanrıların verdiği özel güçlerden dolayı ona “her şey bahşedilmiş” anlamında “Pandora” adı verilir. Kadın, Zeus’un kapalı bir kutuya koyduğu bir çeyizle dünyaya gönderilir. Gel zaman git zaman, Prometheus’un erkek kardeşi Epimetheus, Hermes’in sunduğu Pandora ile evlenmeyi kabul eder. Pandora da bu olayla fişeklenen ‘merak dürtüsüyle’ çeyiz kutusunu açıverir ve istemeden insanların üstüne salgınları saçar.
Havva’da gördüğümüz ilk günah aslında meyveyi yemesi değil, merakına yenik düşmesidir. Pandora da aynı şekilde merakına yenik düşmüş ve o kutuyu açmıştır. İki kadın da sırf merak dürtülerinden dolayı bütün kötülüklerin anası olarak görülür. İşte bu yüzden bizler, merak etmenin ağır bedellerini kadınlığımız üzerinden ödemeye yüzyıllardır devam etmekteyiz.
Dahası da var elbette. Bu metinlerde bu kadınlar öylesine büyük bir şekilde cezalandırılır ki erkekler de kadınların hatalarının bedelini ödemek zorunda kalır. Ataerkil zihniyet yüzyıllardır bu metinlerin arkasına sığınıp kadınları baskı altına almış ve kadının bilmesinin ve gelişmesinin önüne geçmiştir. Kadını ve kadınlığı belli sınırlar içerisine hapsetmiş ve kendi bedeniyle bile, kendi bedeni hakkında bilgi edinmesini önleyerek ilişiğini kesmeye çalışmıştır. Gariptir ki bu erkek egemenliğinden ve hapsedildiğimiz sınırlar içerisinden çıkmak yine aynı dürtüden geçer: ‘merak’. Bu dürtü bütün insanlarda bulunsa da ataerkil sistem bunu kötü bir çağrışımla kadına atfetmiştir. Kanımca bu dürtünün zincirledikleri kadınları özgürleştireceğini bildiklerinden dolayı bunu yapmışlardır!
Kişisel hikâyemden yola çıkarak bu dürtünün asla kötü bir çağrışımı olmadığını artık biliyorum ve öğrendiğim bir şey var ki o da biz kadınlar ancak merak dürtümüze sıkı sıkı sarılarak, bilerek, öğrenerek ve bunlar için savaşarak o hapsedildiğimiz cehalet zindanlarını aşabiliriz.
Hiçbir zafer oturduğumuz yerden kazanılmıyor, merak edip, kalkıp o elmayı ısırmamız gerek.