Ayşen Somunkıran Özagar 1970 yılında İstanbul’da doğdu. Liseyi Notre Dame De Sion Fransız Kız Lisesi’nde okudu. Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji bölümünü bitirdi. Bir süre iletişim sektöründe çalıştıktan sonra yoluna psikoloji alanında devam etti. Bağımlılık üzerine psikolojik danışmanlık, gençlere yönelik meslek seçim danışmanlığı, aile, çift ve ergen terapileri yaptıktan sonra psikoloji, iletişim ve felsefe içerikli bireysel ve kurumsal eğitimler verdi. Tüm bu süreçler boyunca edebiyat hayatında her zaman yoğun bir şekilde yer aldı. “İşim yapmaktan en çok keyif aldığım şey olmalı” düşüncesine yıllarca dirense de sonunda pes edip en sevdiği uğraşı olan edebiyatı işi olarak benimsedi.  İlk hikayesi “Kayık” 2022 yılında Edebiyat Haber’de yayınlandı. Yine aynı yıl “Zaman, Proust ve Yazmak Üzerine” adlı denemesi Lento Dergi’de yayınlandı. Notos Atölye ve DDI Akademi bünyesinde yazarlık eğitimlerine katıldı. N. Ahmet Erözenci ve Atilla Birkiye’nin birlikte hazırladıkları Yazma, Okuma Atölyesini tamamladıktan sonra kurgu metinler yazmaya ağırlık verdi. Öykülerini ilk kitabı Naif’in Listesi’nde topladı. Thema Edebiyat bünyesinde okumaya, yazmaya ve öğrenmeye devam ediyor.

İstanbul, belki de dünyada şehrin göbeği diyebileceğimiz yerlerde balıkçılığın her türlüsünün yapılabildiği tek metropol. Tarihi ve doğal güzelliklerini anlata anlata bitiremediğimiz şehir aslında çoklu kişilik bozukluğundan muzdarip bir ruh gibi. Hangisinin gerçek, hangisinin baskın, hangisinin savunmacı olduğunu bilmeden, bastırılmış, gün yüzüne çıkmayan karakterler derinlerde bir yerde saklanıyor. Görünenin yeterince kaotik imge, kavram ve pratik oluşturduğu günlük hayatta, İstanbul’un sakin, huzurlu balıkçı karakteri bir çok hikayenin kahramanı oluveriyor. O hikayeleri boğazın tüm kıyılarında, Haliç’in içeri kıvrılan boynuzunda, köprülerin üzerinde, sahildeki kayalıkların arasında ve denize paralel yollarda karşılaştığımız kıyı balıkçılarının ağzından dinlemek mümkün. Hikayelerin kahramanları kimi zaman emekli hayatının getirdiği boşlukta evinden sokağa çıkmanın bahanesine sarılmış bir yaşlı, ya da işsizliğin pençesinde, yiyebileceği veya satabileceği bir kova nimeti yakalayabilmek için elinde sigarası düşüncelere dalmış bir orta yaşlı, bazen de hevesine rağmen ülkenin fırsatsızlığının kurbanı olmuş bir genç olarak karşımıza çıkıyor. Her biri hayata tutunmaya çalışırken, sırtlarını döndükleri büyük binaların içindeki hoyrat ve yüzeysel ilişkilere meydan okurcasına, yaşadıkları bu büyük şehre aidiyetlerini sorguluyorlar. Kimlikler karışıyor, İstanbul’un ‘’arıza’’ kişilikleri çatışıyor. Kıyı balıkçıları hep var, zamanın akışı gibi, Boğaz’ın akıntılarında ileri geri göç eden balıklarla kader birliği etmişler. Yılların avı, yılların göçü bitmiyor, şehir sürekli kimlik değiştiriyor. 

‘’Ben çocukken yeni biriyle tanışıldığında, nerede oturuyorsunuz diye sorulurdu. Bu günlerde memleket neresi diye soruyoruz. Şehrin semtsiz ama memleketli insanları var artık!‘’  Çubuklu-Kanlıca arası sahilde balık tutan – eski İstanbullu, eski Türkiyeli – Necmi Bey böyle yakınıyor. Çocukluğundan beri, önce babasıyla, sonra da kendi başına gelip bu sahilden balık tutarmış. Hikaye anlatmayı çok seviyor. Kepçelerle palamutların denizden çekildiğinden, hatta rivayete göre denizdeki kalabalıktan kurtulmak istercesine kendini kıyıya atan balıklardan söz ediyor. ‘’Balığın da intiharı böyle olsa gerek. Sıkışmanın, hareket edememenin çaresizliği ile kalabalıktan kaçmanın nihai çözümü…’’ İstanbul’un hızlı kalabalıklarının yavaşlamak isteyen hayatları nasıl sıkıştırdığını anlatmak için kurduğu bu cümleler her balıkçının kendi çapında bir filozof olduğu fikrini pekiştiriyor. Babasıyla İstanbul’un kadim balığı lüfer yakalamak için önceden tuttukları istavrit ve izmaritleri nasıl canlı yem olarak kullandıklarını anlatıyor. ‘’Lüfer akıllı, prensipli balıktır. Ölü yem ile kandıramazsın, yaklaşır bakar ve gider. Canlı balığı öyle bir takacaksın ki, onu kaparken yutacak zokayı. Mantarlı dip takımı kullanacaksın. Mantar suyun üstünde işaret verir sana. Oltan oynamaya başlar o zaman anlarsın, çekmek de ayrı maharet gerektirir. Lüfer denizin en vahşi balıklarından biridir. Kolay yakalanmaz ama yakaladın mı da tadına doyum olmaz’’. Onlar kıyıdan balık tutarken, boğazda balıkçılık yapan küçük teknelerin yalı yalı dolaşarak günlük tuttukları balıkları sattıklarını anlatıyor. ‘’Çavalyeleri* boşalana kadar yalılara uğrarlardı. Mevsimine göre, sonbaharda önce çingene palamutu, sonra palamut sonra torikle devam eder, palamut çoksa lüfer az olacak demektir. Lüferi buldun mu kaçırmazsın. Sardalye ve istavrit her daim boldur. Fakir balığıdır onlar. Şimdi kilosu 50-60 lira ya, insanın aklı almıyor. Biz çoğu zaman yem yapardık yemezdik bile…Kışın Karadeniz hamsisi iner boğaza, en lezzetlisidir. Turşusu, pilavı pek güzel olur. Uskumru kışa doğru yağlanır. Şimdilerde çok zor buluyoruz. Eskiden boldu. Artık yalılara balık getiren tekneler yok, bol bol eğlence tekneleri var. Turistleri dolaştırırken müziği sonuna kadar açıyorlar. Yalıların da çoğu el değiştirdi. Yeni sahipleri yazları güneydeki yazlıklarına gidiyorlar, kışları ise Boğaz’ın rüzgarından korunmak için her yeri sımsıkı kapatıyorlar. Yalılar filmlerdeki terkedilmiş hayaletli evlere benziyor.’’

Necmi bey’in samimi ama biraz buruk muhabbeti bana babamla olan bir anımı hatırlatıyor. İlkokuldayken, her pazar Haydarpaşa iskelesinden beraber balık tutmaya giderdik. Biz istavrite tüy yem ile olta sallarken, bu işin kodamanları büyük balık peşinde tam teçhizat beklerdi. Bir keresinde yanımızda olta sallayan yirmili yaşlarındaki delikanlının misinası öyle bir sallanmaya başladı ki, oltası az kalsın elinden uçup gidiyordu. Çevredekiler onun sevinçle karışık telaşlı haykırışıyla dikkat kesilip etrafında toplanmaya başladı. Babam bizim oltayı bıraktı, yan tarafa dönüp ‘’hadi bakalım büyük bir şey geliyor!’’ diyerek heyecanla elimi yakaladı. Gelen kuvvetliydi, bir yandan asılıyor, bir yandan oltayı gevşek bırakıyordu. Her hareket bir nota olsa yavaş yavaş yaklaşan balığın gerilimli müziğini duymak mümkün olurdu. İskeleye neredeyse on metre kala, balık kafasını sudan çıkardı, kendisini bekleyen seyirci kitlesine kısa bir selam verdi. hâlâ ne tür bir balık olduğunu tam anlamamıştık. Her kafadan bir ses çıkıyordu. ‘’Oltayı kasma, gevşek bırak, gevşek bırakma, boşluk verirsen kaçar, çok germe kopar, yavaş ol, hızlı ol…’’ Delikanlı ne yapacağını şaşırmış, kontrol kendinde mi balıkta mı bilemeden, hızlı ve içgüdüsel hareketlerle balığı çekiyordu. Artık tam dibimizdeydi, sadece sudan çıkarmak ve iskele üzerinde teslimiyetini seyretmemiz için son bir hamle yapmak gerekiyordu. Belki de yirmi yaşın heyecanıyla, çok daha tecrübeli yaşanmışlığı olan balık karşısında daha fazla dayanamadı ve sabrına yenik düşüp hızla yukarı çekti. Hepimiz nefeslerimizi tutmuş sudan çırpınarak çıkan balığı seyrediyorduk. Yaklaşık seksen cm boyunda bir kofanaydı. İzleyicisine son bir referans yaparak keskin dişleriyle ipi kopardı ve suya atlayıp gözden kayboldu. Delikanlının hayatının fırsatını kaçırmış gibi üzgün bakışlarını hâlâ hatırlıyorum. Ahalinin hayal kırıklığı nidaları arasında babam bana dönüp ‘’İstanbul’un son kofanası bu’’ diye fısıldadı. Daha sonra boğazda yakalanmış bir sürü iri kofana görmeme rağmen, babamın neden bu balık için böyle bir ifade kullandığını merak etmiştim.

İstanbul’da, kıyı olta balıkçılığı denince akla gelen en bildik yerlerden biri de Galata köprüsü. Köprünün geniş kaldırımları, boylu boyunca dizilmiş Haliç ağzına oltalarını sallandıran balıkçıları ve tarihi yarımada ile Karaköy arasında hızla gidip gelen yayalarıyla her zaman kalabalık. Bu kaosun içinde bile hâlâ eski İstanbul fotoğraflarının siyah beyaz karelerinin nostaljisini yakalamak mümkün. Şehrin değişmeyen parçası olmanın kendine özgü huzuru. O huzuru yakalamak için Galata köprüsünde denizden gelen iyot kokusunu taşıyan tatlı rüzgarın keyfini çıkararak yürürseniz, merakınız sizi yine bir kıyı balıkçı hikayesiyle buluşturabilir. Bu seferki hikayenin kahramanı Erzincanlı Mesut. 15 yaşında babasını kaybettiğinde, annesi aileden kalma evini satmış, onu ve 11 yaşındaki kız kardeşini alıp İstanbul’daki akrabalarının yanına gelmiş. Bir süre sığıntı olarak yaşamışlar, sonra Erzincan’daki üç katlı evin parasıyla İstanbul’da iki oda bir salon giriş katını alabilmişler. Annesi evlere temizliğe giderek onu ve kardeşini en azından liseyi bitirene kadar okutabilmiş. Kardeşi bir mahalle kuaförüne girip manikür pedikür öğrenmiş. Mesut ise nerede iş bulursa orada çalışmış. Garsonluk yapmış, pazarcılık yapmış, nakliye şirketinde hamallık yapmış. Biraz para biriktirip motor alabilse kurye olmak istiyormuş ama fiyatlar onun hep önünde kalmış, bir türlü yakalayamamış. Sonunda pes etmiş. Motor yerine güzel bir olta takımı almış. Her gün gelip köprüde balık tutuyormuş. ‘’Denizi ilk İstanbul’a gelince gördüm. Yüzmeyi hâlâ bilmem’’ diyor. ‘’Aslında biz toprak insanıyız.’’ İnsanlar meğer toprak ve su insanı diye ikiye ayrılırmış. Bunları ona Orhan Amca anlatmış. Köprüde tanıştığı, onun gibi her gün balık tutmaya gelen, hikayesinin kesiştiği başka bir eski İstanbullu Orhan Amca. Hastaymış, bir süredir ortalarda görünmüyormuş. ‘’Mesela ben su insanıyım, Samatya’da, penceresinden deniz görünen bir hastane odasında doğmuşum. Dünyaya gelir gelmez denizi gördüm!’’ diye başlarmış kendi hikayesine. Mesut’a balık tutmanın inceliklerini o öğretmiş. Ne zaman misinayı gereceğini, ne zaman gevşeteceğini, kurşunu takmamak için nerelere atacağını… Her gün tuttuğu balıklardan yiyeceği kadarını ayırıp, kalanı ona veriyormuş.. ‘’En az bir kiloyu bulursam satıp sigara parası yapıyorum. Sigara için kardeşimden para istemek ağır geliyor. İstavrit en çok yakaladıklarımız. Bazıları kefal de yakalıyor ama satılmadığı için ben çok uğraşmıyorum. Lüfer veya çinekop ise çok zor iş. Yakalasam iyi para eder, ama çok az çıkıyor, zaman harcadığına değmiyor.’’ diyor Mesut. Orhan Amcaya göre en bereketli balık istavritmiş. Değerini iyi bilmek, İstanbul’u terk etmeyen en vefalı balık olduğunu unutmamak gerekirmiş. 

Mesut’un çocukluk anılarında Erzincan var. Maviden çok yeşil ve kahverengi hakim anılarına. ‘’Ben köydeyken, on beş yaşına kadar daha büyüktüm, şimdi otuz yaşımdayım ama daha küçüğüm. Sanki ezildim, büzüldüm, çektim. Yine öyle büyümek istiyorum, belki oralara dönsem büyürüm’’ diye anlatıyor, bir yandan oltasını çekerken. 

Aklıma bir zaman yerel seçimlerde gönüllü gözetmen olarak görev aldığım bir İstanbul mahallesinin sandık ahalisi geliyor.  Oylarını kullandıktan sonra hepsi köylerinin muhtarı kim olacak diye telefon başında toplanmış oy sayımını dinliyorlardı. Yaşamadıkları köylerinin muhtarının kimliği, yaşadıkları mahallenin muhtarının, hatta şehrin belediye başkanının kim olacağından daha önemliydi onlar için. İstanbul’da küçük, köyünde büyük hissetmek böyle bir şey olmalı belki de… 

Mesut’un kovası dolmuş, istavritlerin bazıları artık donuk bakarken, bazıları hâlâ son çırpınışlarda. Çantasının deri kapağının aralığından son karaladığı birkaç sayfanın göründüğü, elinde piposuyla ağır adımlarla hikaye arayan yazar kovanın önünde duruyor. Mesut ‘’Kovanın, tamamı bir buçuk kilo gelir, vereyim mi hepsini?’’ diyor, yazar ‘’E ver bakalım, İstanbul’un balığı geri çevrilmez. Boğaz’ın dip kalıntılarında dolaşmış, kıyılara sürtünmüş, İstanbul’u dinlemiş…’’diye parayı uzatıyor. ‘’Ne yersen osun’’ diye başlayan beslenme kitaplarını hatırlayıp gülümsüyorum. İstanbul’da balık olmak, küçük olmak, balıkçılarla hayat oyunu oynamak, bazen kazanıp bazen kaybetmek ama her zaman son kofana gibi mücadele etmek. Tıpkı İstanbul’un mücadeleyi hiç bırakmayan benzersiz kişiliklerinden biri gibi…

*Çavalye: Tutulan balıkların içine koyulduğu yayvan sepet