En iyi kadın -yabancılar arasında övgü için bile olsa- hakkında en az konuşulan kadındır (Kitaptan-Cilt I)
Editörleri Georges Duby ve Michelle Perot’ya göre Antik Çağ’dan günümüze Batı Avrupa (biraz da Kuzey Amerika) deneyimini, çok yönlü, sonu açık, tek bir analitik eksen sunmayan ve eklektik bir biçimde aktaran Kadınların Tarihi beş ciltlik hacimli bir çalışma. Söz konusu coğrafyadaki kadınların durumunu deneyim ve temsil açısından ele alan çok sayıda deneme ve makaleden oluşmuş. Editörlerinin sınırlı bir coğrafyada hareket etmenin rahatsızlığını belirten açık ve net serzenişlerine rağmen, okur olarak Afrika, Asya ve hele hele Latin Amerika deneyimlerinin kitaplarda yer almamasından ötürü dertliyiz. Diğer yandan teslim etmemiz gereken önemli bir husus var: Kitabın içeriği sayesinde günümüz Batı Avrupasında kadın tarihinin ne türde resmedilmeye ve anlaşılmaya çalışıldığına dair önemli ipuçlarına ulaşabiliyorsunuz. Kadınların iş ve ev yaşamları, daha elzem addedilebilecek din ya da devlet politikaları, cinsel eğilimler, etnik farklılıklar, hatta sömürgeleştirme eğilimlerinden (ve stratejilerinden) daha fazla ön plana çıkmış durumda. Önemli-önemsiz farkının genel geçer tarih anlayışına takılabileceğini düşündüklerinden olsa gerek, Duby ve Perot kadın tarihi alanının dipsiz bir kuyu olduğunu vurguluyor ve Kadınların Tarihi‘ni, bu alanın kapsam ve çeşitliliğini araştıranlar için alçakgönüllü bir ön başvuru kitabı olarak nitelendiriyorlar.
İlk cilt “Antik dünyanın dişil modelleri” başlığı altında Theos’un mutlak egemenliği karşısındaki Tanrıça fikrini sorgularken, Platon ve Aristo’nun katı cinsiyet felsefeleri, Roma hukukundaki dogmatik cinsiyet ayrımı, Yunan kentlerindeki erkek egemen söylemin kadın bedeni üzerinden ürettiği ritüeller ve ilk Hıristiyan kadınların çektikleri acılar üzerine yapılmış çalışmaları içeriyor. Tanrıların hiddetlerini bir yana bırakıp Pandora’ya lütfettikleri sesin ardından, Antik dünyanın kadın sesleriyle çınladığına tanık oluyoruz. Onların attıkları çığlıklardan, döktükleri gözyaşlarından, ayinler sırasında söyledikleri şarkılardan, dedikodulardan dünyanın kaynamaya başladığını da… En azından erkek vak’anüvisler böyle aktarıyor. Zira Antik dönemden günümüze seslenen kadınlar tarafından yazılmış metinlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor.
Kadınların Tarihi ise şu soruyu sormakta ısrarcı: Tüm bu çığlık, ağıt, şarkı, farklı diller, dedikodulara karşın kadınlar kabul gören bir dile erişebilmiş midir? Cevabı elbette biliyoruz. Savaşlar, salgın hastalıklar, krallar ve papaların can sıkıcı kavgaları arasında unutulup giden diri ve yaban/i kategorisine indirgenmiş bir tarihtir onlarınki, kısaca dili olmayan bir tarih…
İkinci cildin Ortaçağ sessizliğine yaptığı vurgu, Antik dünyadan miras alınanları işaret ediyor. İki dönemin kadın tarihi anlamında şöyle bir geçişkenliğe sahne olduğunu görüyoruz: Kadın varlığının kaçınılmazlığı ama aynı ölçüde tanınmazlığı, kısacası varlık-yokluk diyalektiği. Kadının, bu diyalektik üzerinden yürüyen ilişkiler ağıyla daha da netlik kazanan yok-kimliğini (ya da saydam var-kimliğini) görüyoruz Ortaçağ’da. Korunan kadın, iyi eş, şövalye aşkı (rafine aşk mı desek?) modeli bu dönemin kadına biçtiği üstü örtük mazbut ve yasal kılıflardan bazıları.
Arka plandaki feodal yapı, İslam’la varolan sınırın İspanya’ya geri itilmesinin bir sonucu olarak rahatlamış olan kiliseyle işbirliği içine girmeye başlamıştı. Semt kiliseleri çoğalmış, manastırlar artmış, kentler ve ticaret canlanmış, yeni siyasal otoriteler boy göstermekteydi… O dönemde demografik olarak kadınların sayısı daha fazlaydı ve kilise bunun farkındaydı. Misyonu ebediyet olan bir yapıydı kilise ve o dönemde kadınlara karşı makul bir tablo sergilemek durumundaydı. Zaman kadındı ve kadınlar dairesel zaman diyebileceğimiz uhrevi boyutla, doğrusal zaman diyebileceğimiz resmi tarihin arakesitinde duruyorlardı. Kadın o anda uzlaşmaz olandı ama kilisenin zamanı vardı ve bekleyecekti.
O dönemdeki azize sayısı çok azdı, kısacası “azizliğin kadınlaşması 13. yüzyıla kadar başlamadı fakat temel bu dönemde atılmıştı. Kadınları türlerinin en kusursuzu olan Meryem’e ve Tanrının iradesine teslim olmaya teşvik etmişlerdi.” Ancak bu -tarihin bir cilvesi sayılabilir- çileciliğe ve mistisizme açılan bir kapıydı da. Kadınların dil kullanımıyla ilgili en çarpıcı örneklerinin, bu dönemde ortaya çıktığına tanık olundu. Bu yeni bir maneviyattı ve evlilik ve aile bağını farklı bir dille dışlıyordu.
“Kalbim, dediğim gibi yarıldı ve ruhum bu bedenden kurtuldu,” diyordu Sienalı Catherina. Kadınlar yeni bir yoğunluğun içindeydiler ve vahiy zamanına hazırlıklıydılar.
Üçüncü cildin konusu olan Rönesans ve Aydınlanma çağının paradokslarının kendilerine durduk yere atfedeceği cadı tanımına (veya diğer aşırılık tanımları) ya da herhangi bir Helen (kadınların salt görüntüye indirgendiği ve erkek şairlerinin yeteneğini göstermesine aracılık ettiği zararsız hizmetçi -bakınız 16. yüzyıl Fransız şairi Ronsard’ın meşhur sonesi) olma fikrine göğüs gerebilmeleri belki de bu yüzdendi. 16. yüzyıldan 18. yüzyıla kadarki sürede ev içi rutininden sokaklarda oynanan oyunlara, ekonomik alandan toplumsal çatışmalara, entelektüel hareketlilikten savaş alanlarına kadar sahnenin hemen her yerinde yer almalarına rağmen üzerlerinde gezinen indirgemecilik politikalarına bir yerde boyun eğecekti kadınlar.
Helenliğin meşruluğu ve yaygınlık kazandırılması daha zahmetsiz oldu. Oysa cadılık için ciddi önlemler alınmalıydı. Yapılabilecek en sistemli iş gerçekleşti: “Cadı yavaş yavaş ama kesin bir biçimde sapkınlık alanından çıkıp hastalık alanına girdi. Bir zamanlar şeytanla bir anlaşma yapmakla suçlanan cadı, şimdi kendi imgeleminin bir kurbanı olarak gösterilmekteydi.” 19. yüzyıldaki histeri tanımını birebir karşılığıydı bu ve böylelikle kadın yasal bakımdan ehliyetsiz bir birey olmanın sınırlarına doğru itilecek ve yaşam yasasının kendinden emin adımlarının çizdiği meşruiyet ilkesiyle hesaplaşmak durumunda kalacaktı -hep.
Dördüncü cildin konusu olan Fransız Devrimi’nden I. Dünya Savaşı’na kadarki dönemdeyse kadını bekleyen bellibaşlı sürprizler şunlardı: Modernliğin sahneye çıkışıyla dişinin özne olarak görülmesi; siyasal yaşama katılımın sağlanması ve günlük yaşamın ketum çizgilerinin yumuşaması. Ailenin işleyişi, annelik doğası, kadınları çevreleyen sosyal rollerin yeniden gözden geçirilmesinin zarureti tam da bu süreçte ortaya çıktı.
Sanayi devriminin paradoksları arasında kendine bir yol açmayı başaracaktı kadın: ekonomik ve simgesel bağlardan kendini azat edebilecek belli bir ekonomik güce ulaşabilecekti. Kısa süre içersinde elde ettiği bu göreli özgürlükle atbaşı giden emek sömürüsüyle tanışacaktı elbette; demokratik çağ fikrinin kendisini pek ilgilendirmeyen bir buluş olduğuyla da. Bir tek kadın rolünün geçerli olamayacağı bu çağ, kadınların değişik bilinçlilik aşamalarına ulaşmalarına da tanıklık edecekti.
Son ciltte Mussolini İtalyasının, Nazi Almanyasının, Franco İspanyasının kadınlarından günümüz kadınlarına doğru genel bir portre çıkarmak mümkün. Kadınların ulusallaştırılma politikalarına Sovyet ve Fransız pratikleri de eklenmiş. Bunun ötesinde kültürel anlamda temsilin kadını nasıl da ablukaya aldığı, hukuk ve demokrasinin olmazsa olmazları arasında kadının kendine nasıl yer bulabileceği hususları tartışılıyor. Annelik, aile, devlet ve özgürlük konuları da bunlardan farklı sayılmaz…
Son Söz Olarak Bachofen
Ciltleri kapattığınızda Jacop Bachofen’in anaerkilliği tartıştığı ve kimilerince netameli ve mistik olarak görülen düşüncelerini hatırlamamanız elde değil. Bachofen “Das Mutterrecht” adlı kitabında “iyi (Yunan) yurttaşın” dişi öğede gördüğü kaotik, disiplinsiz ve tehlikeli yanı tespit etmiş ve kadınların sahne dışına nasıl itildiğini sayfalar boyunca mit kaynaklı belgelerle aktarmıştı. Günümüzde kadını kendi kendinden uzaklaştırmaya çalışan, onu işine gelmediği surette tanımsız olanla, kanun ve ahlak yokluğuyla, iffetsizlik ve düşkünlükle niteleyen nicelerinden yorulmadık mı? Dahası bunu içselleştirmemize yardımcı olan kültürel temsilleri sevmeye çalışmaktan?