Aşina olmak diyorum. Bir yere, eşyaya tanışık hissetmekten çok, kendi içinde şiddetle kapattığın odacıklarındaki ülkene aşina olmak… İnsan ait olmak için can atıp bir yandan da kaçmak zorunda kaldıklarına aşina olurmuş en çok. Öyle görünce, önüne pat diye çıkınca anımsadığın türden olmazmış onlar. İçinde bir şeylerin oyukları olur, durduk yere kendiliğinden akıverirmiş. İlk başta bilemezmiş insan içindeki oyukların ne zaman akıtacağını. Yabancı olurmuş kendi içindeki o katmanlı odacıklara. Sonra nerede, ne zaman akacağını öğrenince engellemeye çalışırmış uluorta dökülenleri. Öğrendikten sonra da bir bakarmış ki özümsemiş o canını yakan oyukları. Kendini korumaya çalışırken oyukların yerini sahiplendiğini, benimsediğini anlamazmış insan. Neymiş o odacıklar biliyor musunuz? Bize miras bırakılan, içimizde yer verdiğimiz yaralarımız. Aktıkça yeter ki kimse görmesin diye günahıyla, kusuruyla kabul edip, arkasında dağ gibi durduğumuz korkularımız. Arkasında durdukça sahiplendiğimiz acılarımız. Bunların içinde yarattığı boşlukları kabul edemezken günün sonunda en çok yaralarına, korkularına, acılarına ait hissedermiş insan kendini. Kapatmaya çalıştığı oyukları evi bellermiş. Ağladığında içinde oluşan o oyuklardan birine çekilirmiş hemen. Kendinden önce bile başkalarının miras bıraktığı boşluklara sığınırken bulurmuş bedenini. Sonra ağlamakla kalmazmış. Zamanla mutluluğunu, heyecanını, başarılarını, güzelliklerini içine çekildiği o odacıklarda yaşamaya başlarmış. İnsan “benim” diye sahiplendiği her şeyin kalbinden kanatlanıp, uçup gittiğini görünce bir tek yaralarının ondan hiç gitmeyeceğine inanırmış. Gitmeyeceğini bildikten sonra o acılarda, korkularda öyle tatlı gelirmiş ki insana… İçindeki oyukları mesken edinirmiş insan.
Bizler alıştığımız, içimizde yaşattığımız her şeye bir süre sonra ait hissederiz kendimizi. Sahiplenmek isteriz. Güvenmek, “bu bana ait!” demek isteriz. Çok cüretkâr bir cümledir bu aslında. İlk başlarda savurdukça savururuz. Bize gelen her şeyi hiç gitmeyecekmiş gibi sahipleniriz. Bizden çekildikçe de aslında hiçbir zaman bize ait olmadığıyla yüzleşiriz. İşte ondan sonra sığınmak istediği onca aitliğin altında sahipsiz kalarak ezilir insan. Sevgi buna en güzel örneklerden biridir. Hayatımıza değer verdiğimiz kişileri dahil ederiz. Bazen bir dost olur bu bazen de tutkulu bir aşk. İnsan sevgisi yitince anılara, anılar silinince korkuyla hatırda kalan ellerin şekline, boyundaki çizgilere, ses tonuna, onları da kaybedince elinde kalan tek şeye, acısına tutunurmuş. Günün sonunda acısına âşık olurmuş insan. Bu yüzden her şeye yabancı hissederiz de bir tek korkularımıza, yaralarımıza laf ettirmeyiz. Alışırız biz onlarla yaşamaya. Yaşamımızdan uğurlasak da içimizden koparamadığımız insanlardan, olaylardan bize kalan tek şey bunlar olunca gözümüz gibi bakarız. Hayatın seyrinde bize ait olmalarına izin verirken, kendimizi de onlara ait hissederiz işte. Bu haldeyken dahi bir çoğumuz bizi inciten şeyleri bir daha yaşamamak için soluk soluğa kaçarken çıkmaz yolda yine benzer şeylere tutuluruz. Çünkü kaçan sadece zihnimizdir aslında. Çıkmaz yolda karşılaştıklarımızsa kalbimizin unutmayı, kaçmayı başaramadıklarıdır. Bizler unuttum, geçti derken sadece o yaraları veren kişileri unutmakla başaracağımızı sanırız. Acıyı tattıranı kalbimizde oluşturduğu o oyuktan ayırırız. Hayatımızdan çıkardıklarımızın eksikliğinden kaçmak için de onların bize bıraktığı oyuklara ait olmaya başlarız.
Bu konu üstüne psikolojide söylenen birçok şey vardır aslında. Biri benim her zaman çok ilgimi çekmiştir. Gülseren Budayıcıoğlu şöyle der: “Bizler bize aynı acıyı yaşatacak kişiyi gözünden tanır, gider yine onu seçeriz.” Bunun zihinsel olarak bilimsel açıklamasını çok güzel bir şekilde yapar kendisi. Ben de bu konunun üstüne kalbimizdeki yeri nedir peki diye çok düşündüm. Sanırım özgür bırakamadığımız yaralarımızın, gönlümüzde tahtını kurduğumuz korkularımızın hayatımızda egemenliğini sürdürme şekliydi bu. Aşina olduğumuz ama hak etmediğimiz şeylere aittik. Ait olduğumuzu sandığımız şeylere biz kendimizi hapsetmiştik aslında. Yaşadığımız her kötü deneyimde bize bunları yaşatanları hayatımızdan çıkarırken biz de bıraktıklarının üstünü örtmeye çalıştık. Süpüremedik altını. Temizleyemedikçe ruhumuzu o yaralarla bütünleştirdik, hatta onları sevmeyi öğrendik. Bununla da bırakmayıp bize aynı şeyleri yaşatacak insanlara da kendimizi ait hissetmeye devam ettik. Bu yüzden Gülseren Budayıcıoğlu’nun dediği gibi o insanları gözünden tanır olduk. Düşünsek sadece. Ne kadar çok ait olmadığımız şeylerin ortasındayız? Hak ettiğimiz onca güzelliğin savrulmasına ne kadar çok izin veriyoruz? Evet belki günün sonunda herkes başka yerlerde, başka dünyalara aittir, ama hiç kimse kendisinde başkalarının açtığı yaralara, acılara ait değildir. Ait olduğumuz yerleri bulmak için kaybetmekten korktuğumuz yaralarımızla vedalaşmamız gerekir. Sadece insan ilişkilerimiz için geçerli değil bu. Bazen yaptığı işe, düzenli gerçekleştirdiği rutinlerine, bulunduğu yere ve olduğu ana da ait değildir insan. Yüzleşmemiz ve kalbimizde yer verdiklerimizden ruhumuzu temizlememiz gerekir. İstediği yere ait olduğuna kendini inandırmak yerine belki de gerçekten ait olduğu yeri bulmak için yola çıkmalıdır insan. Gerçekten ait olduğumuz yere vardığımızda belki ilk başta özümseyemeyeceğiz, yadırgayacağız yerimizi. Bize ait diye illaki çiçeklerle dolu bir bahçeye düşmeyeceğiz. Tüm mutluluk ve güzellikler bizi bekliyor olmayacak ama bir farkı olacak. Ait olmadığımız yerdeki kadar acı vermeyecek bu sefer. Sevmek zorunda olduğumuz bir oyuk karşılamayacak bizi. Gerçekten ait olduğun yer mutluluğunu da üzüntünü de ve hatta yeni ama gerçekten senin olan acılarını da sana yaratma fırsatı verecek. Her şeye rağmen nefes aldığını hissedecek kalp. İçimizden uğurlayamadığımız o oyukları bir tek ait olduğumuz yer kapatacak. Söylendiği gibi; “Ait olmak, bir yerde var olmak değil, bir yerde yaşamaktır.”