1978 yılının Mart ayında ticaret lisesinde öğretmenliğimi sürdürürken Fatih Eğitim Enstütüsü’ne atandım. Şehrin yüksekçe bir mahallesinde, Kaptan Bey’in Köşkü diye bilinen ve onlarca odası olan, iri ve hantal, ahşap bir binada yeni görevime başladım. Cumhuriyet tarihimizin sanırım en karanlık dönemini burada yaşadım. Öğrencilerin kavgasız tamamladıkları tek bir gün bile yoktu. Bu eylemler, bazen teke tek, bazen gruplar halinde, kimi zaman da sopalarla donanmış birliklerin çatışması şeklinde uygulanıyordu. Bize de bu birbirlerinden ölesiye, öldüresiye nefret ettirilmiş gençleri hem eğitmek hem de bir şeyler öğretmek görevi verilmişti. Bu olanaksız gibi görünüyor fakat başarmak için büyük çaba harcıyorduk.
O dönemde şehrimizde henüz siyasi cinayet duyulmamıştı. Bu özelliğimizle gurur duyuyorduk. Çünkü ülkemizde her gün ortalama yirmi kişi öldürülüyordu. Avuntulu dönem çok kısa sürdü. Bir gün avukatın biri, yazıhanesinde tabanca atışıyla katledildi. Birkaç gün sonra, karşıt görüşlü bir başka avukat, sabahleyin işe gitmek üzere otomobiline binerken çapraz ateşe tutulup öldürüldü. Böylece başlayan cinayetler hızla artarak sürdü gitti.
Ertesi yıl, kıyıya çok yakın deniz manzaralı, tarihi bir taş binaya taşındık. Burası önceleri muallim mektebi, sonra adı değiştirilerek, öğretmen okulu olarak kullanılmıştı. Yeni ortama alışmaya çalışırken çok sevdiğimiz bir arkadaşımız, edebiyat dersi okutmanı Ahmet Kukul, enstütüye müdür atandı. Deneyimli, başarılı, her yönüyle donanımlı bir eğitimci, görevini severek ve çevresine de sevdirerek sürdüren saygın bir kişi idi. Onunla ilgili küçük ama çok etkilendiğim bir anım var. Günün birinde müdür odasında söyleşirken bana “Bu binanın alt katında hiç girmediğim bir büyük depo var. İçinde ne olduğunu bilmiyorum. Birlikte bir göz atalım mı?” dedi. Aşağıya indik. Paslı bir anahtarla biraz zorlayarak kapıyı açtı. İçerisi loştu, ışıkları açtık. Çevrede kırık dökük sandalyeler, sıralar ve masalar vardı. Her yer toz içindeydi. Karşıdaki dolaplara doğru yürüdük. Önce, kenardaki kocaman piyano dikkatimizi çekti. Ahmet Bey cebinden çıkardığı bir deftere markasını yazdı (sonradan öğrendik ki bu dünyanın bildiği ünlü bir markadır). Dolaplara yaklaştık. Birinin raflarında onlarca flüt dizilmişti. Bir diğerinde mandolinler vardı. Bir başkasında da Türkiye atlasları. Gördüklerimiz bizi hayrete düşürdü. Bizim kurumumuzda bunların hiçbirisi yoktu. Orada, yoksulluk içinde bir ülkenin eğitim için nedenli özveride bulunduğunu saygıyla ve hayretle gördük. Sonra Ahmet Kukul, bir çocukluk anısını anlattı. “İlköğrenimimi gördüğüm köy okulunun üçüncü sınıfındayken okulumuza Köy Enstitüsü mezunu bir öğretmen atandı. Birkaç gün sonra bahçede bir taş yığını gördük. Sonra da çimento torbaları ile bir miktar kum. Öğretmen fırsat buldukça eline malasını alıp duvarlar örüyordu. On metre kadar aralıkla üçer kulübe yaptı. İki kulübenin arasında bir de lavabo yer aldı. Sonra öğrencileri topladı. ‘Sağda erkekler, solda kızlar için tuvalet yaptım. Bu günden sonra ihtiyaçlarınızı burada gidereceksiniz. Ortadaki lavaboda her zaman iki sabun bulunacak. Orada ellerinizi mutlaka yıkayacaksınız’” dedi. Ahmet Bey şöyle devam etti “Akay kardeşim ben tuvaleti ilk kez orada gördüm. Kısa bir zaman sonra birtakım kişiler aç kalan kurtlar gibi Köy Enstitülerine saldırmaya başladı. Bu ülkenin yüz akı olan o güzelim kurumları neden yok ettiklerini anlayamadım ve onları hiç affetmedim.”
Ben de ona “Sayın Kukul, onlar karanlıkta yaşayabilen organizmalardır, aydınlıkta yok olurlar. Varlıklarını korumak için ışıkların bir bölümünü söndürdüler” diyerek katıldım.
Ülkemizde yaşanan gerilim bizi de olumsuz etkiliyor. Her an her şeyin olabileceği bir ortamda tedirgin yaşıyoruz. Bir sabah okula doğru yürüyordum ki çok yakından gelen silah sesleri ile irkildim. Sonra panik halinde koşarak gelen öğrencileri gördüm. İçlerinden biri “Hocam katliam yaptılar” diye bağırarak yanımdan geçti. O olayda üç öğrencimiz öldürüldü ve on bir öğrenci de yaralandı. Sonradan öğrendiğimize göre şehrin meydanının yanı başındaki bir inşaatın ikinci katından otomatik silahlarla öğrencilerin üzerine ateş açılmış, ardından katiller sokağa çıkarak ellerindeki silahlarla aşağı doğru yüz metre kadar koşmuş ve bir aralığa saparak kaybolmuşlar. Kim oldukları hiçbir zaman öğrenilemedi. Çünkü görünürde polis yokmuş.
1980 yılının Eylül ayının on ikinci günü radyolardan asker sesleri yükselince, olaylar bıçakla kesilmiş gibi anında bitiverdi. Bu hızlı değişimin nedenleri beni çok düşündürmüştür. Ölümün üstüne yürüyen kavgacılar, askerden çok mu korktular? Döğüşenler yorgun mu düşmüşlerdi? İki zıt taraf da kavganın bitmesi için fırsat mı arıyordu? Ya da bence en önemlisi, bu insanları birbirine kırdıranlar, “Amacımıza ulaştık artık” diyerek edilgen duruma mı geçmişlerdi? Belki de bu etkenlerin tümü birleşerek bu aptalca cinayetlerin sonunu getirmiştir. Bu soruları hiçbir zaman yanıtlayamadım.
Korkusuz yaşamanın getirdiği rahatlıkla 1984 yılına vardık. Bu zaman içinde enstitüler kapatılarak, önce yüksek öğretmen okuluna, sonra onlar da kapatılarak eğitim fakültelerine dönüştürüldü. Bunlarla birlikte biz de öğretmenlikten öğretim görevliliğine geçerek Yükseköğretim Kurulu’na bağlandık. Toplumla birlikte eğitimciler ve öğrenciler de huzura kavuştular. Gençler bazen bizim de katıldığımız günlük geziler düzenliyor ve topluca gülüp eğleniyorlar. Derslere gönüllü katılıyor ve içtenlikle öğrenmek için çaba gösteriyorlar. Yani hepimiz oldukça mutluyuz. Gerçekte ülkemiz, örneğin sanatçıların zincirlenerek tutukevine götürülmesi, öğretmenlerin her pazar günü zorunlu olarak yürüyüşlere katılmaları gibi faşizan bir karanlığın içinde idi ama en azından seri cinayetler son bulmuştu.
1984 yılına da bu koşullarda girdik. Ders yılının ikinci dönemindeyiz. Son sınıflarda Türkiye coğrafyası konuları işleniyor. O günkü konumuz Marmara Bölgesi. Her zaman olduğu gibi ben, bölge hakkında bilgi verirken öğrenciler önlerindeki haritalardan adı geçen yeri buluyorlar. Fakülte binasının alt katında bulduğumuz atlaslardan her öğrenciye birer tane vermiştim, bunların emanet olduğunu ve gelecek nesillere temizce bırakılması gerektiğini de söyleyerek kendilerini uyarmıştım. Sıraların arasında dolaşırken kırmızı mürekkeple çizilmiş bir harita dikkatimi çekti. Eğildim yakından baktım. Bir isim çember içine alınmış ve oradan sayfanın kenarına çıkarılan bir okun ucuna “Burası benim köyüm” diye yazılmış. Öğrenciye bakınca bir hayli şaşırdım. Bana göre o, bu yanlışı yapabilecek son adamdı. Sadece bu bölümün değil, tüm fakültenin örnek gösterilecek ilk kişisi. Öğretim elemanlarının tümü onu tanır ve çok sever. Öğrenciler onu hem sever hem de sayarlar. Yani o öğretmen olmadan örnek öğretmen olmuş gibi bir kişiliğe sahipti. Arkadaşlarından birine anlatsam inanmakta epey güçlük çeker. Yine de biraz bozulduğumu göstermek istedim. Eğildim haritaya dikkatle baktım. Çember içindeki adı okudum. ”Poyralı Köyü” diye yazıyordu. Kulağına doğru yavaşça, “Ahmet böyle mi sözleşmiştik?” dedim. Yüzüme, dokunsam ağlayacakmış gibi bir ifadeyle bakarak. “Ama hocam, burası gerçekten benim köyüm” dedi.
Öne doğru yürürken düşünüyordum. Ahmet o sayfada dağlar, şehirler, göller, ırmaklar değil, elinde süt kovasında ahırdan çıkmakta olan anasını, ilerlemiş yaşına rağmen Ahmet’e birkaç lira gönderebilmek için tarlada kazmasını daha hızlı savuran babasını, çok sevdiği kardeşlerini, arkadaşlarını ve belki de gönül verdiği komşu kızını görüyordu. Ahmet burada değil Poyralı Köyü’nde idi. Böylece onun bir özelliğini daha keşfettim. O heybetli gencin özlem dolu ve duygu yüklü koskocaman bir de yüreği vardı. Ona daha çok ısındım.
O yıl bahar erken geldi. Bahçedeki ıhlamur ağaçları mayıs gelmeden yeşerdi. Bu arada ikinci yarıyıl da bitti. Son sınıf öğrencileri için mezuniyet sınavı başladı. Sıra benim dersime geldi. Soruları hazırlayıp sınıfa çıktım. Sınav başladı. Ben, ders yılı boyunca bir kez bile oturmadığım kürsünün ardındaki sandalyeye oturdum. Bu öğrencilerin kopya çekmeyeceğine inanmışım ki onları gözetlemek aklımdan geçmiyor bile. Öylesine bakınırken gözüm Ahmet’e takıldı. Her zaman arka sıralarda oturan Ahmet, öndeki sıraların birindeydi. Yüzündeki ter damlacıkları benim bile görebileceğim şekilde belirgindi. Sınav nedeni ile heyecanlanmış olamaz. Sıranın üzerinde peçete olarak kullanılan beyaz kağıtlardan bir demet duruyordu. Onlardan birini alıp yüzünü kuruladı. Biraz sonra yine terlemişti. Bir kâğıt daha kullandı, sonra da bir diğerini. Yerimden kalktım, arkaya doğru yürürken Ahmet’e doğru eğildim ve yavaşça “Sınavdan sonra beni gör” dedim.
Sınav bitti, odama çıktım. Biraz sonra da Ahmet geldi. Yüzü yine terliydi. Neden bu kadar çok terlediğini sordum. “Hocam dün arkadaşlarla Rize’ye gezi düzenledik, dolaşırken şiddetli bir yağmura tutulduk. Ben çok ıslandım, galiba grip oldum” dedi. Ben de ona “Bu sıradan bir üşütmeye benzemiyor. Sınav döneminde ateşin yükselir, hasta olur, yatağa düşersin bu olasılığa karşı önlem almalıyız, seni bir doktor arkadaşıma göndereceğim” dedim. Sonra KBB uzmanı Kemal Dursun’un adını verip, muayenehanesinin yerini tarif ettim. “Öğrenci olduğunu ve benim gönderdiğimi söyle, senden para almayacaktır. Eğer bir aksilik olursa da isterse şu parayı al, borcunu ödersin” diyerek önceden hazırladığım vizite ücretine denk bir parayı uzattım. Almak istemedi, itiraz edecek oldu ama çaresizdi. Kabul etmezse hiç tanımadığı bir doktora mahcup olabilirdi, zorunlu olarak kabullendi ve çıkıp gitti.
Sonraki gün pazardı. Gelişmelerden haberim olmadı. Pazartesi sabahı fakülteye vardığımda öğrenciler, bahçede öbek öbek toplanmış muhabbet ediyorlardı. İçlerinden biri beni görünce yanıma gelip “Ahmet’i Çamlık Göğüs Hastanesi’ne yatırdık” dedi. Bu haberi güzel diye yorumladım. Birkaç güne iyileşir, aramıza döner diye düşündüm. Durumu arkadaşlara ilettim ve öğleden sonra hastaneye gitmek istediğimi söyledim. Hazır bulunanlardan Ekrem Altun ve Muzaffer Tunç, birlikte gidelim dediler.
Hastane şehrin güneyindeki bir tepenin yamacındaydı. Trabzon’a gelen her yabancının öncelikle görmek istediği ve ilk bakışta, beyaz bir doğum günü pastasını anımsatan Atatürk Köşkü’nü çevreleyen çamlıkların bittiği yerde kurulmuştu. Oraya ulaştık ve Ahmet’in odasını kolayca bulduk. İçerideki iki yatağın biri boştu. Pencereye yakın, deniz manzaralı olanda Ahmet yatıyordu. Bizi görünce yüzünde bir mutluluk gülümsemesi belirdi. Yatağında biraz doğrulup, oturur duruma geçti. Sağlıklı ama yorgun görünüyordu. Pijamasının açık yakasından gözüken iç çamaşırında lekeler vardı. Burnu mu kanamış acaba diye düşündüm ama cesaret edip nedenini soramadım.
Bir süre sohbet ettik, bir ihtiyacı olup olmadığını sorduk. Sağlık dileklerimizi sunarak ayağa kalkıp vedalaştık. Kapıya doğru yürürken Ahmet ikircikli bir sesle ‘Ekrem hocam, izniniz olursa size bir şey sormak istiyorum” deyince durduk ve geri döndük. Ahmet söylemek istediğinden utanıyor, sıkılıyor gibiydi. Ekrem Bey “Söyle bakalım” deyince rahatladı. “Hocam, iki gün sonra sizin dersinizin sınavı var. Bana buradan izin vermeyebilirler, bu durumda bir dönem yitirmiş olurum. Çok üzülüyorum, ne yapabilirim?” diye sorunca, Ekrem Bey, Ahmet’e biraz daha yaklaştı ve öfkeli bir sesle “Sen ne diyorsun, başlarım senin sınavına. İki gün sonra sapasağlam orada olacaksın. Eğer bir aksilik olur da gelmezsen, sana arkadaşlarımın önünde söz veriyorum, sınav bittiğinde kağıt kalem alıp buraya geleceğim, sınavını burada yapacağım” dedi. “Şimdi rahatça yat ve dinlen” diye ekledi. Ahmet bize “Güle güle gidin” derken çok mutlu görünüyordu.
Hastanenin bahçesinde, ana yola doğru yürürken arkadaşlara; Ahmet’i oldukça sağlıklı ama biraz pasaklı gördüğümü, oysa günlük yaşamında çok temiz giyinen bir genç olduğunu, bu çelişkinin beni rahatsız ettiğini söyledim. Gözlemime katıldılar, hemen orada Ahmet’e yeni iç çamaşırı almak üzere aramızda beşer lira topladık. O günlerin koşullarında on beş lira yeterliydi. Şehre inerek evlerimize dağıldık.
Ertesi sabah, fakültenin bahçesine girdiğimde aklımda Ahmet’in lekeli çamaşırları vardı. Oturma odamız giriş katında ve pencerelerinden bahçe rahatlıkla görünüyordu. Bir grup öğrenci, ıhlamur ağacının altında toplanmış konuşuyorlardı. Birine seslenip, yanıma gelmesini istedim. Öğrenci içeri gelir gelmez söze başladım. “Dün Ahmet’i ziyaret ettik, giysileri biraz kirliydi. Bu parayı al, ona bir pijama ile bir fanila…” diye devam ediyordum ki öğrenci hıçkırarak ağlamaya başladı. Şaşkınlıkla “Ne oluyor?” diye bağırdım. “Hocam, Ahmet öldü” dediğini duydum. Bir süre bedenim donmuş gibi öylece kaldım.
Kara haber gerçekten çabucak yayıldı. Herkes üzgün ve şaşkındı. Gerçek yaşama ilk dönen Muzaffer Tunç oldu. “Ortada kalan bize ait bir cenazemiz var, sorumluluğumuzun gereğini yapmalıyız” dedi. Fakültenin santral odasına çıktık, görevlilere durumu anlatıp, Kırklareli’nin Poyralı Köyü’nü aramalarını rica ettik. İçtenlikle çabalamalarına karşın o günün koşullarında bunu başaramadılar. Ardından öğretim görevlisi arkadaşlarla bir odada toplandık. Hemen herkes olanları duymuştu, ben durumu özetledim ve “Cenazeyi ailesine ulaştırmalıyız” dedim. Olumlu bir tepki aldığımı söyleyemem. Arkadaşlardan biri “Bu iş bizi aşar, rektörlüğe başvuralım, onlar çözüm bulsunlar” dedi. Bu görüş bazılarınca onaylandı. Bir başka arkadaş söz alıp, “Belediyeye bildirelim, onların kimsesizler için ayırdıkları mezar yerleri vardır, cenazeyi kaldırırlar” diye konuştu. Bu öneri daha çok yandaş buldu. Bu sırada Muzaffer Bey bana doğru yürüdü ve “Çıkalım” dedi.
Odadan bir açıklama yapmadan ve arkamıza bakmadan çıktık. Bahçe kapısından geçerek sokağa ulaştığımızda, şehrin merkezine doğru değil de sahil yoluna doğru yöneldik. Arkadaşların tutumu ikimizi de yaralamıştı. Ona dönüp “Biz bir aileye, anneye babaya kardeşe, siz bize aslan gibi oğul emanet ettiniz ama biz onun cenazesini bile size gönderemedik diye nasıl söyleriz” dedim. “Haklısın” diye mırıldandı.
Muzaffer Tunç sorun çözmekte, çare bulmakta tanıdığım en becerikli insandı. Ona her konuda güvenirdim. “Önce bir araç bulalım” dedi. Konuşurken sahile gelmiştik, yakın zamana kadar burada dalgaların gelip çarptığı büyük kayalar vardı. Çocukluğumuzda onların üzerine çıkıp denize atlamak en büyük zevklerimizdendi. Deniz, uzunca bir zaman sürekli dolduruldu. Böylece, kıyı birkaç yüz metre ileri sürgün edildi. Şehrin içinden geçen yoğun trafik, dolgu alanına yapılan gidiş gelişli yolla biraz rahatladı. Bununla yetinilmedi, dolgu işlemi yıllarca devam etti.
Sahil yolu boyunca yüz metre kadar ilerledik, alt geçitten karşıya geçtik. Dolgu alanının bu bölümünde balık pazarı vardı. Biraz ileride geniş bir alan, il merkezi ile ilçeler arasında ulaşımın sağlandığı minübüslere ayrılmıştı. Çok sayıda aracın bulunduğu bu düzlüğün ortasında bir baraka vardı. Yönetim yeri olmalı diye düşünüp, açık kapıdan içeri girdik. Ahşap bir masanın etrafındaki sandalyede orta yaşlı, güleç yüzlü biri oturuyordu. Ona kendimizi tanıtıp, sorunumuzu anlattım. Sözüm bitince “Size yardımcı olmayı çok isterim ancak bin kilometreden fazla yolu kimse yüz kırk liradan aza gitmez” dedi. Biraz duraksadıktan sonra sözünü şöyle sürdürdü: “Size kendi aracımı şoförümle verebilirim ancak masraflar için yüz on lira almam gerekiyor.” Bu öneri bizi bir ölçüde rahatlattı. Ne var ki bu miktar bile bizim bir aylığımızdan epeyce çoktu (paraların önünde başka sıfırlar var mıydı, varsa kaç taneydi, bu satırları yazarken anımsayamadım).
Şehre doğru yürürken oldukça endişeliydim. Muzaffer Bey bana dönerek “Endişelenme, bu parayı şehrin zenginleri ödeyecek” dedi. Yol boyunca konuşarak yürüdük. Kunduracılar Çarşısı diye bilinen ve şehrin en donanımlı mağazalarının bulunduğu caddeye vardık. İşyerlerinin hepsine girecek ve sorunumuzu anlatıp yardım isteyecektik. Bu eylemi izinsiz uygulamanın suç olduğunu anımsadık ama izin başvurusu ile kaybedecek vaktimiz yoktu. Başımıza geleceklere razıydık.
İlk mağazaya girerken ben çok huzursuzdum. Muzaffer Bey ise oldukça rahat görünüyordu. İçeri girdik, dükkân sahibine yöneldik. Kendimizi tanıttıktan sonra “Bir öğrencimiz öldü, cenazesini Kırklareli’ne göndermemiz gerekiyor, bize yardımcı olur musunuz?” diye sordum. Adam hiç düşünmeden elini cebine soktu ve bir miktar para uzattı. Daha sonra, caddenin iki yanında sıralı mağazaların her birine girip çıktık. Ne bir soru soran oldu ne de olumsuz karşılık veren. İşyerleri, yukarıdan gelip sahile uzanan bir sokağın, bu caddeyi kestiği yerde bitti. Karşı yönde kalan bir kumaş mağazasına da girmeye karar verdik. Karşılayan kişi bizi tanıdı. Fakültemizin kimya bölümünde öğrenci olan bir kızı varmış. İlgiyle sorunumuzu dinledi, cebinden bir miktar para çıkardı, baktı, onları tekrar cebine koyup kasaya ilerledi. Oradan aldığı paraları bana uzattı, tam otuz liraydı. Gösterdiğimiz çabadan dolayı bize teşekkür etti.
Yeterli parayı topladığımızı düşünerek fakülteye döndük. Odaya girince paraları masaya koyup saydık. Çamaşır için kendi aramızda topladığımız on beş lirayı da katınca yüz kırk altı lira olmuştu. Öğrenciler kapıda bekliyordu, içeri çağırdım, birine parayı uzattım. “Yüz on lirayı sürücüye vereceksiniz, artanla yemek yersiniz, yine de artarsa cenazenin defin giderlerine katkı yaparsınız” dedim.
Ertesi sabah, erken bir saatte Muzaffer Bey ile buluşup hastanenin morguna gittik. Birazdan minübüs geldi, arka kapısı sökülmüş ve tabut dikine içeri doğru yerleştirilmişti. Tabutu saran kalınca bir ip, oturaklara sıkıca bağlanmıştı. Tabutun dışarıda kalan bölümünün ucunda bir bayrak salınıyordu. Yolculuğa katılacak öğrencilerle vedalaştık. Araç hareket ettikten sonra bir müddet arkasından baktık.
Cenazeye giden öğrenciler, iki gün sonra döndüler. Aracı kullanan genç sürücü, “Yüz lira masrafa yeter” diyerek on lirayı geri vermiş. Böylece maddi sıkıntı çekmemişler. Cenaze töreninde neler olduğunu ne ben sorabildim ne de onlar anlattılar.
Sınavlar bitti, tatile girdik. Ben bir aylık iznimi kullanıp geri döndüm, izne geç çıkanlar henüz dönmemişti. Öğretim yılı başlamadığı için çevrede öğrenci de yoktu. Ders notlarımı masanın üstüne yaymış, gelecek ders yılı için hazırlık yaparken kapı vuruldu ve çalışanlardan biri içeri girip “Hocam, dışarıda sizinle görüşmek isteyen bir çift var” dedi. Böylesi ziyaretler burada olağan değildi, doğrusu meraklanmıştım. Kapı açıldı, orta yaşlı bir kadın ve bir erkek içeri girdiler. Onları tanımıyordum, yerimden kalktım, “Hoş geldiniz” diyerek karşıdaki koltukları gösterdim. Kadın oturdu, erkek ise yaklaştı ve “Akay Gençosmanoğlu siz misiniz?” diye sordu. Şaşırmış bir halde “Evet” diyebildim.
“Hocam, ben Ahmet Gökerküçük’ün abisiyim, bu hanım da eşimdir. Kırklareli’nden buraya bunca yolu sizi bulmak için geldik. Ben bilmiyordum, kardeşim günlük tutarmış, arkadaşları getirip verince haberim oldu.” Cebinden kalınca bir defter çıkardı “Size son iki gününü okuyacağım” dedi ve okumaya başladı. “Bugün Türkiye coğrafyası dersinin sınavı vardı. Çok terlemem Akay hocanın dikkatini çekti. Yanıma gelip, ‘Sınavdan sonra görüşelim’ dedi. Sınavdan sonra odasına gittim, terlememin nedenini sordu. Rize gezimizi ve yağmura yakalanıp çok ıslandığımı anlattım. Bir doktorun adını verip muayenehanesini tarif etti. Senden para almaz ama olur da isterse diye bir miktar para da verdi.”
Defterin o sayfası bitmişti, “Hocam, sizin yaptığınız günümüzde ender rastlanılan bir davranış. Yine de sizi anlayabilirim, ben de öğretmenim. Bir öğrencimin böyle sıkıntısı olsa ben de cebimden para çıkarır veririm. Ancak o doktora ne diyebiliriz?” Yeniden defteri açtı ve okumaya başladı: “Kemal Dursun’u buldum, beni Akay hocanın gönderdiğini söyledim. Kulaklarımı, boğazımı ve burnumu uzunca muayene etti, elini omzuma koyarak ‘Ahmet kardeşim, senin rahatsızlığın benim uzmanı olduğum konularla ilgili değil. Seni iç hastalıkları uzmanı bir arkadaşıma göndereceğim. Muayenehanesi buraya çok yakındır. Doktor Muzaffer Muci’yi bul ve benim gönderdiğimi söyle. Senden para almaz ama olur da isterse şu parayı al ve ücreti öde’ dedi.”
Defteri kapattı, gözleri dolmuştu. “Hocam, bu nasıl bir rastlantıdır? Bir doktor, ilk kez gördüğü hastasını bir saat muayene ediyor ve ücret almadığı gibi bir de cebine para koyup gönderiyor. Bu eşi benzeri görülmemiş bir davranış değil mi? Benim kötü yazgılı kardeşim, son yolculuğuna çıkmadan böylesi insanlarla karşılaştığı için ne denli şanslıymış.”
Bu buluşmanın ardından otuz dört yıl geçti. O sınıfın öğrencilerinden bazıları, en azından her 24 Kasım’da beni arıyorlar. Hal hatır sorduktan sonra, konu mutlaka Ahmet’e geliyor. Ne onlar unutabildi ne de ben.
Bu öykünün güzel kahramanlarından, Ekrem Altun aramızdan ilk ayrılan oldu. Onu Artvin’in Ardanuç ilçesine bağlı, doğup büyüdüğü köyünde sevgili eşinin mezarının yanında toprağa verdik. Öğrencisine “Sen sınava gelemezsen, ben sana gelirim” diyen sevgili öğretmen arkadaşım.
Ardından Kemal Dursun terk etti bizi. Cenazesine katılanlar, caminin çok geniş avlusundan taşarak caddeleri doldurup trafiği durdurdu. İhtiyaçlı olduğunu hissettiği hastalarından para almayan, bazılarının reçete parasını da ödeyen Kemal Dursun bütün meslektaşlarına örnek olmalıdır.
Muzaffer Tunç, en başarılı, en verimli çağında sürpriz bir kalp kriziyle terk etti bizi. Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin rektörlük binası önünden, öğretim elemanları, öğrencileri ve sayısız seveni tarafından uğurlandı. Onun Ahmet için gösterdiği çaba, yalnız eğitimcilere değil tüm insanlığa sunulması gereken en güzel örnek değil midir?
Alacağı fiyatı indiren minübüs sahibiyle aracı kullanan, yol boyunca öğrencilerle kaynaşan ve alacağı paranın on lirasını onlara bırakan genç sürücü nicelerine örnek değil midir? Hiç duraksamadan bu imeceye katılan tüccarlar, mezarına kadar Ahmet’i yalnız bırakmayan arkadaşları insanlığın yüz akı değiller mi?
İşte ben Ahmet’le birlikte bu ışıldayan insanları sizlere anlatmak istedim.
AKAY GENÇOSMANOĞLU
8 OCAK 2019, TRABZON
Sevgili babamı bu satırları yazdıktan yaklaşık iki ay sonra kaybettik. Onun deyimiyle bizi terk etti. Yıldızlar hepsinin yoldaşı olsun.
SELDA COŞGUN