Gözde Uskur senaryo yazarlığı eğitiminin ardından çizime yöneldi. Resimli hikâye kitapları ve illüstrasyon alanında çalışmalar üretiyor. İzmir'de yaşıyor.

ÇOCUKLUK ANILARININ KURMACAYA DÖNÜŞÜMÜNÜ OKUMAK: MAUS, PERSEPOLİS VE BIRAK ÜZÜLSÜNLER 

Maus, Persepolis ve Bırak Üzülsünler kişisel anıların sosyo-politik tarihe yerleştirilmesinin yanı sıra birer büyüme öyküsü olarak da birbirleriyle diyalog halinde olan üç grafik anlatıdır. Zor yaşantı deneyimlerinin ne şekillerde görselleştirilebileceği sorusuna üç farklı biçimsel yaklaşımla yanıt verirler. Her biri net birer tarih aralığını ele alarak özellikle çocukluk döneminin hafızaya işlenmesinde hangi görsel öncellerin rol oynadığını anlamamıza kılavuzluk ederler. Anlatıcının kendisini resmetmesi hem kişisel tarih yazımını hem de kişiselden yola çıkan toplumsal tarih yazımını gerektirir. Bu üç grafik anlatı sayesinde, geçmiş deneyimlere daha geniş bir bağlam sağlamak istendiğinde tarihi olayların ve kültürel referansların anlatılara nasıl entegre edildiğine; öz yaşam hikâyeciliğinde tekrar eden temaların, sembolizm ve metafor yoluyla temsiliyetine ve tasvir edilen aile ilişkileri içinde, özellikle ebeveyn-çocuk dinamikleri açısından ne gibi paralellikler kurulabileceğine dair düşünme fırsatı bulmuş oluruz.

Maus: A Survivor’s Tale ve Fare Olmanın Reddi

Maus’da Art Spiegelman, babasının holokost anılarını hikâye eder. Anlatı boyunca Yahudiler fare, Polonyalılar domuz, Almanlar kedi ve Amerikalılar köpek olarak çizilir. Roman başlangıçta çok fazla sözlü anlatıya sahipmiş gibi görünse de birçok yerde Vladek’in aktardıkları Spiegelman’ın görsel anlatısıyla gelişir. Konuşmalar, Art ve babası arasında şimdide geçen diyalogları ve Vladek’in anlatıcı olarak 1930’lu yılların başından Amerika’ya göç edene dek olanlara dair hatıralarını kapsayan iki ana izlekten oluşur. Birinci ciltte bu izleğin üç kez dışına çıkıldığına ve her üçüne de bir tür suçluluk duygusunun eşlik ettiğine tanık oluruz. İlki romanın giriş kısmında Artie henüz küçük bir çocukken arkadaşları tarafından zayıf görülüp dışlandığı bir seferde babasının ona arkadaşlık hakkında söylediklerini anımsaması ile gerçekleşir. Bu, anlatı zamanında sıçrama yaratarak bizi yaklaşık yirmi yıl öncesine götürür. İkinci olarak Spiegelman’nın hikâye içinde hikâye kurgusuyla karşımıza çıkardığı 72 basımlı sözde çizgi romanı ‘Prisoner on the Hell Planet’ aracılığıyla olur. Prisoner on the Hell Planet’te Spiegelman, annesinin intiharının onda yarattığı suçluluk duygusunu Alman empresyonizminin keskin ve karanlık çizgi dilini kullanarak aktarır. Son olarak Art’ı kendi dairesinde babasının onu bir şeyleri tamir etmek için gecenin bir yarısı aradığında, kız arkadaşına dönüp “gitmektense suçlu hissetmeyi tercih ederim” derken görürüz ve bu yolla anlatı bir kez de mekânsal olarak kırılmış olur.

Roman Hitler’in, Yahudilerin birer fare olduklarını söylediği bir alıntıyla açılır. Yahudilerin fare olarak çizilmesi hem Nazi rejimine karşı alaycılık hem de Yahudi toplumuna dair eleştiri içerir. Spiegelman’a göre Yahudilerin çoğu, yıllar boyu süre giden hor görülmeyi içselleştirmiş vaziyettedir. Fakat Vladek fare olmayı reddeder ve Auschwitz’e uzanan eziyet dolu günler boyunca tıpkı beşinci bölümde olanlara isyan eden Anja’ya söylediği gibi, zor olduğu halde yaşamak için çabalamayı sürdürür. Bu reddediş iki farklı yolla belirgin bir şekilde hissettirilir. İlkinde Vladek Prisoner on the Hell Planet’te insan olarak çizilmeyi hiç de yadırgamaz. İkinci olarak Anja’yla, eski bir kilerde saklandıkları sırada fareleri görüp korkarlar. Öte yandan Yahudi olduklarını belli eden şey kuyruklarıdır ve kuyruklarını da saklarlar. Örneğin romanın başında Vladek için yakın bir arkadaşı onun tıpkı ‘Valentino’ gibi olduğunu söylediğinde bir anda Yahudi kimliği gizlenir ve kuyruk ortadan kalkar. Aslında Spiegelman’ın kendisi de Yahudi kimliğiyle tam anlamıyla barışık değildir. İçine doğduğu modern dünya Yahudi olmanın tüm o gelenekçi yanıyla düzenli olarak çatışma halinde olacaktır. 

Persepolis: A Story of a Childhood ve Aşırı Uçlar Dünyası

Tıpkı Spiegelman gibi Marjane Satrapi de kişisel anılarını, ülkesinin sosyo-politik tarihinin içine yerleştirir. Sürekli değişen ve gitgide kötüye giden koşullarda hayatta kalmanın yanı sıra bir birey olarak kendi sesini bulmanın da hikâyesi işlenir. Aslında her üç grafik roman da zor konuları alay ve ironi içeren bir dille ele alır. Maus’da bu alaycılık insan yerine fare olmakla karşılanır. Persepolis’te ise karakter, ara renkler olmaksızın sadece siyah beyaz alanlarla ve içine düştüğü zıtlıklar dünyasıyla eğlenir. Her ikisinde de önce aşırılıkla karşılaşma sonra da bunu sindirmek adına gösterilen yoğun çabaya yer verilir. Örneğin Maus’da Art, babasının obsesif ve ilgisiz hallerine içten içe büyüttüğü öfkeyi, hiçbir zaman büyümeyecek ölü bir çocuk (Richieu) çizerek dile getirir. 

Persepolis 1979’da İslam Devrimi ve ardından da İran-Irak savaşı sırasında (yaklaşık on yıllık bir dönem) özellikle kadınların daha belirgin olarak hissettiği sosyal yaşamdaki dönüşümleri bir kız çocuğunun büyüme ve kendisini gerçekleştirme çabası içinde dile getirir. Satrapi’nin kendi karakterini temsil ettiği Marji, entelektüel ve liberal bir ailenin çocuğudur. Bu onun içinde bulunduğu tarihi koşullara eleştirel bir gözle bakabilmesini kolaylaştırır. Bir çocuk olarak hem gerçekçi hem de gerçek dışı dünyaya dâhil olabilen Marji kendisini ifade etmenin en geçerli yolunun peygamber olmaktan geçtiğine inanır. Etrafındaki şiddetin gün be gün artmasıyla Marji ve Tanrı arasındaki anlaşma bozulur ve karakter kendisini bir anda uzay boşluğunda bulur. 

Satrapi’nin çizdiği dünya aşırı uçlar dünyasıdır. Ara değerlerin olmadığı bu dünyada karakter sürekli keskin geçişlere maruz kalır. Paneller belli ölçülerde düzenle ilerler ve karakterlerin panellerin dışına adım attığına tanık olmayız. Hem Spiegelman hem de Satrapi otoritenin içselleştirilmiş hallerini, görsel olarak kurguladıkları panel düzeniyle ifade ederler. Maus’da karakterler basit çizgilerle ifade edilmelerine karşın etraflarındaki dünya çok daha detaylı ve gerçekçi bir boyut içerir. Bu çerçevenin daha dolu ve sıkışık görünmesine sebep olur ki bu sıkışıklık kendisinin ve ailesinin hem fiziksel hem de psikolojik olarak içlerinde bulundukları durumla örtüşür niteliktedir. Anımsama anlarında karakterler kimi zaman çerçeveden dışarı, bir panelden diğerine geçerek farklı zamanlar arasındaki geçişi sağlamış olurlar. Persepolis’de ise karakterin dış ve iç dünyası net çizgilerle ifade edilir. Dış dünya ve yan öyküler daha çok beyaz, karakterin iç konuşmaları ve hikâyenin ana izleği için siyah zemin tercih edilmiştir. Anlatıcı öykünün zamanını belirler. Sözlü dil ve görsel dil arasında paralellikler kurulur. Örneğin birinci cilt ‘The Cigarette’ adlı bölümde Marji sığınağa girer. Sığınağın merdivenleri aşağıya doğru uzadıkça uzar, bu sırada İran’ın gün geçtikçe daha çok savaşın içine girdiği bize aktarılır. Mekân ve zaman dönüşür, merdivenlerin bitiminde karakterin önünde bir savaş meydanı belirir. 

Bırak Üzülsünler: Türkiye’de Büyümek ve Arada Kalmak

Maus ve Persepolis gibi Bırak Üzülsünler de hem bir özyaşam hem de bir büyüme hikâyesidir. Özge Samancı İzmir’li orta sınıf bir ailenin ikinci çocuğudur. ‘80 darbesi ve sonrasında yaşanan sosyal, politik, ekonomik ve kültürel değişimler Persepolis’te olduğu gibi bir çocuğun gözünden, mizah ve ironi içeren sözlü ve görsel dil aracılığıyla aktarılır. İki romanın olay örgüsü ve karakterleri birbirleriyle paralellikler içerir. İkisinde de siyasi rejim sonrası dönüşen günlük yaşam, fiziksel ve psikolojik şiddet ortamı, kadın olduğu için uğradığı ayırımcılık gibi konular yine bir tür kendini keşfetme süreci etrafında ele alınır. Maus ve Persepolis’in aksine Samancı romanda panellere yer vermez. Bırak Üzülsünler kolaj üslubuna baş vurarak hikâyesini anlatan renkli bir romandır. Bir sayfadan diğerine hikâyenin odağına göre vurgular ve boyutlandırma çeşitlilik gösterir. Her üç anlatıda da ikili süreçler sürekli birbiriyle çatışma halindedir. Maus’ta karakterler arası temel çatışma baba ve oğul arasında, hatırlamak ve unutmak istemek üzerine olandır. Persepolis’te Marji batılı değerlerle yetiştirildiği için kendi dışındaki dünya ile çatışır. Bırak Üzülsünler ’de ise Türkiye’de büyümenin açmazları Özge’yi her defasında, ailesini hayal kırıklığına uğratmakla istemediği bir geleceğe sürüklenip kendisinden uzaklaşmak arasında bırakır. Roman boyunca bir leitmotive halinde farklı düzlemlerde tekrarlanan arada kalma hallerini gözlemleriz: ne tam anlamıyla modern olabilen ne de eskisi kadar geleneksel kalabilen günlük hayat, Özal dönemi sonrası toplumun aniden zenginleşen ve aniden yoksullaşan kesimleri, fen lisesinin seküler görünümlü dini içeriği, okul hayatı boyunca başarılı olmak için çok çalışmak ama ülkenin en iyi okuluna da gitsen kendini bir hiç gibi hissetmek…  

Bırak Üzülsünler incelikli bir yaklaşımla çocukluk hafızasını araştırır. Samancı’nın karikatür, leke, resim, fotoğraf, dijital ve analog kolaj tekniğinde ürettiği görsellerden oluşan anlatımı, karakterin dış dünyada olup biten siyah-beyaz her şeye renkli bir iç dünyadan bakma çabasındaki ısrarcılığını ifade eder. Hafızadan çıkarılıp bize sunulan bu imgeler hikâyede kimi küçük tekrarlarla karşımıza çıkarak zaman zaman birer metafora dönüşürler. Örneğin pembe cetvel kendisini suçlu hissetmenin, dürbün kendinden uzağa düştüğü anların birer anlatımına dönüşür. Okyanusu ve sonsuz çeşitliliği anlatan Jacques Cousteau, karaktere kendisi olmasını salık veren iç sesin, dönen bir pervaneye bakınca gördüğü Muybridge atları ne istediğini bir türlü bulamıyor oluşunun temsilidir. Hikâyenin beyaz bir arka planda ve zemini belirsiz bir uzamda resmedilmesi, Türkiye’de büyümenin ya da sadece büyümenin kendisinin, her an içine düşebileceğimiz bir boşluk hissiyle kol kola ilerleyen bir süreç olduğuna dair bir önermede bulunur. Burada da karakter, tıpkı Persepolis’te olduğu gibi, kendisini birkaç kez uzay boşluğunda bulur.  Bu durumda yapabileceğimiz en iyi şey bu boşluğu ortadan kaldırmakla uğraşmaktansa onu nasıl dönüştürebileceğimizin yollarını aramak olacaktır. Böylece karakter romanın sonunda vazgeçmek yerine gerçekten yapmak istediği şeyi hayata geçirmek için istemeye istemeye yaptığı onca şey sırasında fark etmeden geliştirdiği becerilerini işe koşarak kendisine bir çıkış yolu bulabilecektir.

 

Web Kaynakları

Reading Visual Narrative: Art Spiegelman’s “Maus”, Jeanne C. Ewert, Narrative Vol. 8, No. 1 (Jan., 2000), pp. 87-103 (17 pages), Ohio State University Press

https://www.jstor.org/stable/20107202?read-now=1&seq=1#metadata_info_tab_contents

Vision and Precarity in Marjane Satrapi’s “Persepolis”, Golnar Nabizadeh, Women’s Studies Quarterly Vol. 44, No. 1/2, SURVIVAL (SPRING/SUMMER 2016), pp. 152-167 (16 pages), The Feminist Press at the City University of New York

https://www.jstor.org/stable/44475171?read-now=1&seq=5#metadata_info_tab_contents