Köprü duvarına yaslanmış karşı taraftaki töreni izliyoruz. Köprünün altından geçen nehir Ganj’ın bir kolu, Bugati Nehri. İzlediğimiz tören bir ölü yakma töreni. Biz? Bir avuç gezgin.
Çan sesi… Tören başlıyor
Ateş için koskocaman kütük yığınları hazırlanıyor. Yan yana dizilmiş turuncu kefenlere sarılı birçok ceset yakılmak üzere bekletiliyor. Ben nedense en sağdakine kilitlenmiş durumdayım. Biraz uzaktayız, tam seçemiyorum ama genç birine benziyor. Başucunda beyazlar giyinmiş, genç, uzun saçlı bir kadın, karısı sanki. Gözleri sevdiğinde, çıplak ayakları birbirinin üstünde, vücudu kımıl kımıl, kolları iki yana, başı öne arkaya savruluyor, durmaksızın. Dudakları birbirinin içinde kaybolmuş, sessiz çığlıklar atıyor gibi, gözlerinde sonsuz acı var… yaş yok… ses yok…
Kendi ölülerimi anımsıyorum. Dünyayı başıma yıkan ölümleri… Gencecik abim, babam, annem… Babamın annesinin ölümünü anlattığı o günü anımsıyorum. Babam ortaokula gidiyormuş, Denizli’de. Köyünden yakını gelmiş, babama, “Emin, annen Hatçanımabam öldü,” deyivermiş. “Denizli başıma yıkıldı kızım,” demişti babacığım.
Nemli gözlerimle tören yerine bakıyorum yeniden. Bitişiğimdeki tur rehberimiz Hale, “Cesedi bu kutsal nehrin kenarında yakıp, küllerini nehre atarlarsa, ölen kişinin yeniden dünyaya gelişte mutlu yaşayacağına inançları var ya… Aklımı başımdan alıyor bu öğreti. Bu nasıl bilgeliktir? Nasıl edinilir bu sabır, nasıl bu denli dik durulur ölüm karşısında,” diyor.
Başımı sallıyorum. Kendi dik duramayışlarım beni bir kez daha eğip büküyor. Hüzünlü gözlerimle karşı yakaya bakmayı sürdürüyorum.
Cesedin az ötesinde, matem rengi beyazlar giyinmiş yaşlı bir kadın, delikanlının annesi belki, iki dizinin üstünde namaz kılar gibi oturmuş, sımsıkı kenetlenmiş ellerini kucağında top gibi tutmakta… Gözlerinde acı var, yaş yok, ses yok.
Ölünün üstünden çıkan giysileri nehre atıyorlar, az ötedeki insanlar bu yepyeni giysileri atmacalar gibi kapışıyorlar.
Ve genç adamın bedeni odunların arasına yerleştiriliyor.
Bakamıyorum artık, başka yerlere bakıyorum.
*
Tam o anda burnumun dibinde bir maymun beliriyor. Omzumda asılı çantamı çekiştirmekle meşgul. Hale uyarıyor, “Dikkat, çantanızı alıp kaçabilir.” Çantama sıkı sıkı yapışıyorum. Önümüzdeki duvara zıplıyor maymun. Orada öyle şaklabanlıklar yapıyor ki gülümsüyorum.
“Ölümden sonra hayat mı? Ben şu mutlu maymun gibi olsam,” diyorum. Hale gülüyor. Sanki az sonra başıma gelecekleri biliyor.
Çantamı açıyor, sokakta açım işareti yapan çocuklar için otelden aşırdığım keklerden birini çıkarıp veriyorum benim mutluya.
HATA. Çantama saldırıyor maymun, içinde başka ne var, görmek istiyor, karşılıklı çekiştiriyoruz çantayı. Vermem de vermem. İçinde pasaportum, uçak biletim, param pulum, her şeyim var.
Maymuna arkadaşları yardıma geliyor. Ehh benim de arkadaşlarım var. Hale çığlıklar atarak diğerlerini çağırıyor. Maymunları kovalıyorlar.
“Yeniden dünyaya gelirsem maymun falan olmayayım,” diyorum gülerek. Gülüyoruz.
Çantamı kucaklayarak yeniden töreni izlemeye koyuluyorum.
*
Yeni bir cenaze alayı geliyor, yine sessizce. Yalnızca üç kişiden oluşmuş bir alay.
Bizim nehrin yanından geçirilip, başka bir nehrin kenarına götürülüyor; çünkü burada sadece parası olanların cesedi yakılabiliyor.
İlahi adalet. Bakamıyorum, başka yerlere bakıyorum.
Sesi dondurulmuş bu film karesinden başka görüntüler…
Orta sıradaki ceset yakılmaya başlandı, ilginç, ses gibi koku da yok, yoksa benim duyularım mı dondu?
Şu karşıki köşede bir cerrah, organı bağışlanan ölüyü beklemekte, köprünün altındaki insanlar ölü evinin verdiği yemekleri ayin havasında yemekte, köprünün üstünde, her bir yanı keneyle dolu inekler salınarak gezmekte, insanlar onları ellemekte, bizim gruptaki gezginler darmadağın olmuş yüzlerle olanları seyretmekte…
Film sürmekte, film sürmekte… Yok artık bu filmi seyredemem.
Hüngür hüngür ağlamaya başlıyorum.
*
“Haydi arkadaşlar, dönüyoruz.” Hale’nin sesiyle kendime geliyorum. Çantamı omzuma asıp yola koyuluyorum.
Otobüse binmeden önce dönüp ardıma bakıyorum.
Maymunlar köprü altında yemek yiyen insanlardan aşırdıkları yiyecekleri kapışarak yiyorlar, mutlu çığlıklar atıyorlar.
Otobüse bindiğimizde, “Şimdi biraz neşeli şeyler yapalım. Amber Sarayı bizi bekliyor,” diyor Hale. “Fillere binerek çıkacağız saraya.”
Yaşasın! İçimde iki kadın fısıldaşıp duruyor. Biri, yaşasın mı, ne oldu senin çevreciliğe? Hani hayvan hakları, diye çırpınırdın, diyor. Öteki bizim mutlu maymuna benziyor, diyor ki, iyi de Hindistan’a gidiyorum diye haber salmışım herkese, bari bir fille çekilmiş fotoğraf göstereyim arkadaşlarıma.
*
Yüksekçe bir yerden, rengârenk boyalı filin üstündeki tahta bölmeye biniyoruz. Şansımıza bizim fil çok yaşlı değil. Yine şansımıza fil şoförümüz insaflı biri, şiddet uygulamıyor bizim tontona.
Filleri anlatıyor bize Hale bu arada.
“2500 yıl önce Buda’nın annesi rüyasında beyaz bir fil görmüş. Bir falcıya gitmiş. Falcı bu rüyanın ona uğurlu geleceğini söylemiş. Ardından Buda doğmuş. Fil uğur sayılmış o zamandan beri,” diyor.
Uğurlu evet ama filin üstündeyken bunu düşünmek biraz zor. Pürdikkat oturuyorum yerimde. Düşersem başıma ne geleceğini anlamak zor değil. Amber Sarayı’na doğru yokuş yukarı gidiyoruz… tam o anda…
I’m John. I’ll take your Picture. If you don’t like, don’t buy. (Ben John. Fotoğrafınızı çekeceğim. Beğenmezseniz almazsınız.)
Ve onlarca John. Bizler filin en tepesinde yaşam savaşı verirken, bu Hintli gençler karşı tepede başka bir yaşam savaşı veriyor, istemesek de fotoğrafımızı çekiyorlar. Amber Sarayı’na geldiğimizde ortadan kayboluyorlar ya da sarayın görkeminden biz onları fark edemiyoruz.
Bu sonsuz görkemli sarayın bir adı da Şiş Mahal. Şiş ayna demek.
Saray, adına uygun döşenmiş. Tavanlar bile aynalarla süslenmiş. Topkapı Sarayı bu saraydan esinlenerek yapılmış. Vaktiyle her köşesi elmas kaplıymış, yazık ki şimdi o elmas yatakları yok olmuş.
Rengârenk çiçeklerle dolu bahçeye önceleri fillerle su taşınırmış.
Dağ havası girsin, sirkülasyon olsun diye bir çeşit su ve havalandırma sistemi kurmuşlar. Her yere gülsuyu serperler, mis gibi kokuturlarmış.
Ne görkem! İlahi adalet. Onca yoksulluk ve bu saray… Gözlerimiz bayram ederken, kalbimiz kırık ayrılıyoruz saraydan.
Dönüşte tonton filimiz bizi bekliyor. Ve fotoğrafçı gençler! Az önce çektikleri fotoğrafları kıran kırana pazarlıkla satın alıyoruz. (Diğer fotoğrafları, iki gün sonra, bambaşka bir şehirde, bambaşka oğlanların elinde görecek ve alacağız, bunu henüz bilmiyoruz.)
*
Hindistan gezimizi bir saray gecesinde tamamladık. Rüya gecede…
Bir raca sarayına gidiyoruz. Mihraceler gibi giyinmişiz.
İki saatlik yolculuktan sonra otobüsümüz bir sarayın önünde duruyor. Sarayın kocaman demir kapısının açıldığı o an… Gökyüzünde şıkır şıkır yıldızlar, yeryüzünde Aydede gibi parlayan bir saray.
Birbiri ardına patlatılan havai fişekler sarayın görkemine görkem katıyor. Bu ışıltının içinde beliren Hintli kızlar Hint müziğinin kıvrak ezgileriyle dans ederek merdivenleri iniyor, kolumuza girerek bizi saraya götürüyorlar.
Sarayda… açık büfe yemekler ve müzik… Yerel rehberimiz Madan’ın “Dünyanın en güzel enstrümanı sensin, ben de senin sesinim,” diyen bestesi, ardından aynı güzel duyguyla söylediği Avare şarkısı, ardından Türk müziğinin nadide parçalarının tarafımızdan, ‘eh işte’ söylenmesi, şarkının bir yerinden sonra Yunan Petros’un aynı melodiye Yunanca devam etmesi, şarkıyı ne güzel, ne güzel söylemesi, hepimiz dünya insanları değil miyiz, hele komşu değil miyiz diye düşünmek…
Hayat ne güzelsin, diye fısıldıyorum içimdeki mutlu kadına.