Ursula Le Guin hayal ettiği şehrin coşkusunu betimleyebilmek için bir şenliği anlatmakla başlıyor “Omelas’ı Terkedenler” adlı muhteşem hikâyesine. Dans eden insanları, geçit yapan atları, renkli evleri, mis kokulu bahçeleri, resimli duvarlarıyla, kuzeydeki dağlardan esen tatlı bir rüzgârın serinliğiyle, körfezin huzur veren dinginliği arasına yerleşmiş neredeyse cennet bir şehir Omelas. Herkesin özgürce tasarlayabileceği o masal şehrini hayal ederken, düş gücümüze ait tek ortak paydanın insanlarının mutlu olma isteği konusundaki şüphe götürmez inancımız olmalı diyor. Yoksa böyle bir şehri neden hayal edelim ki?
Böylesi bir mutluluk için büyük teknolojik icatlara, lüks malzemelere ihtiyacımız yok. Sadece küçük tren istasyonunun şehrin en güzel yapısı olabileceğine, çanları parıldayan kilisesinin önünden geçenleri gülümsetebileceğine, çiftçiler pazarının heyecan verebileceğine inanalım yeter.
Sadece şehrin güzelliğini anlatmıyor LeGuin hikâyesinde, hiçbir tabu ve gelenekle sınırlanmayan özgür bir yaşamdan da söz ediyor. İnsanlar ötekiliği bilmeden yaşıyorlar. Cinsiyetlerin bir ağırlığı yok. Mülkiyet tanımlanmamış bir kelime… Kutsallığın sanata ilham vermenin ötesinde bir işlevi bulunmuyor. Bekaret neden korunur, yüce bir varlığa neden kefaret ödenir bilmiyorlar. Belki de o yüzden rahip ve rahibeler yarı esrik bir halde isterlerse bir yabancıyla ya da sevgilileriyle sevişmeye hazırlar her zaman… Tapınaklar duyguları ifade eden birer sanat eseri… Din huzur veren bir müzik gibi ruhlara işleyebiliyorken, her bir kişiye kendini farklı duyuran bu müzikle bağdaşmadığı için din adamlığına ihtiyaç duyulmuyor. Çıplak erkeklerin ve kadınların arzunun açlığına ve tenin hazzına kutsal bir tatlı gibi bedenlerini sunmalarını, bu sunuşun davullarla, gonglarla kutlanmasını hayal ederken, özgür birleşmelerden doğan çocuklar da herkes tarafından sevilip büyütülüyor. Tüm bunların mucizevi sonucu olarak suçun olmadığı Omelas’ta kimse suçluluk duymuyor.
Mutluluğu müziğiyle kutsayan bir çocuk bile var bu şehirde. Kendi başına kaval çalıyor. İnsanlar onun müziğine o kadar alışmışlar ki, saatlerin tik takları gibi kendi doğallığında akıyor müzik. Çocuk kavalını çalmayı hiç bırakmadan, kimseyi görmeden, kimseyle konuşmadan koyu renk gözleriyle müziğinin büyüsüne dalıyor.
Hikâyenin devamında bu mutluluğun sürekliliğini sağlayanın bir doğal denge, bir evrimsel dönüşüm, bir mutlak tamamlanış değil sadece bir seçim olduğunu anlıyoruz. Bu seçim bir mahzende oturan çocuğun kaderine ait verilmiş hükümle çıkıyor karşımıza. Mahzenin örümcek ağları bürümüş küçük penceresinden sızan ışık anca tozları aydınlatıyor. Bir çöp kovası, pisliğe bulanmış bir süpürge ve dizlerini karnına çekmiş çıplak oturan bir çocuk… Kız da olabilir erkek de. Zayıf, çelimsiz, dokuz, on yaşlarında ama yaşından çok daha küçük gösteriyor. Süpürgeden korkuyor gözlerini kapıyor. Kapı bazen açılıyor, bir ya da birkaç kişi görünüyor, tiksintiyle bakıyorlar çocuğa, yiyecek kabını ve su çanağını dolduruyor, hatta arada bir içeri girip tekmeliyorlar bacaklarını. Bu odada doğmamış olan, annesinin sesini hatırlayabilen çocuk konuşuyor: “Ne olur bırakın beni” veya “izin verin çıkayım, sizler gibi olacağım, söz veriyorum.” Cevap vermiyorlar, vücudundaki yara izleriyle onu orada bırakıp kapıyı tekrar kilitliyorlar.
Omelas’ın tüm insanları çocuğu biliyor. Görmeye gidenler de var, dayanamam diyerek onu görmekten kaçınanlar da. Yine de herkes onun neden mahzende kalması gerektiğini anlıyor. Şehirlerinin güzelliği, dostluklarının sıcaklığı, çocuklarının sağlığı, âlimlerin bilgeliği, zanaatkârların ustalığı, hasatların bolluğu ve hepsinin devamlılığı çocuğun dayanılmaz sefaletine bağlı olduğu için anlayabiliyorlar.
Omelaslılar ideal düzenlerini korumak adına, yüreklerini burkan çocuğun acısıyla baş etmeye çalışırken, çözümü davranışlarını haklı çıkartacak gerekçelerde buluyorlar: Dışarı çıksa bile artık çok geç; hayata, insanca muameleye uyum sağlayamaz; korkudan kurtulamayacak kadar korkuyla yaşamış ona kimse yardım edemez; onu koruyacak duvarlar, gözleri için karanlık ve üstüne tüneyeceği dışkı olmazsa mahvolur; orada bırakmak ona yapılacak bir iyiliktir eninde sonunda…
Gerçekliğin bu korkunç adaletini anlayıp kabullenince bir süre sonra akıttıkları gözyaşları kuruyor. Yine de bir duygudaşlıktan vazgeçmiyorlar. Onun düşünerek diğer çocuklara iyi davranıyorlar. Biliyorlar ki onun sayesinde, flüt çalan çocuk coşkulu müziğini yaratabiliyor.
Arada sırada çocuğu görmeye gidenlerden bazıları evlerine dönmek yerine, bir bilinmeze doğru yola çıkıp Omelas’ı terk etmeyi seçiyorlar. Mutluluk kentinden bile zor hayal edilebilecek bir yere gittiklerini söylüyor hikâyenin yazarı. Sadece gidenler nereye ve niye gittiklerini biliyor gibiler…
Hikâyesini bu şekilde bitiriyor LeGuin. Derken bir gün başka bir yazar çıkıyor ve ne çocuğu geride bırakıp Omelas’ı terk etmeye ne de onun çektiklerini bilerek Omelas’ta kalmaya içi elvermiyor. Bir şeylerin değişmesi gerektiğine karar veriyor kendi küçük dünyasında bile olsa. Değişmeyen tek şey değişim değil midir şu yeryüzünde… En azından yazarak değiştirmeye çalışıyor. Öyle ise kaldığımız yerden devam edelim:
“Yaz şenliğinden hemen sonraydı. Parlak kulenin çanları bir sonraki şenliğe kadar sessizliğe gömülmüştü. Kırlangıçlar sonbaharı beklemeden göç etmişlerdi. Şenlik boyunca allı morlu kıyafetleriyle geçit yapan, dans eden insanlardan, yeleleri altın gümüş ve yeşil şeritlerle süslü, burun deliklerini hızlı hızlı soluyarak açıp kapatan, mağrur duruşlarıyla böbürlenen ve şenliği şehir halkından daha çok sahiplenircesine coşkuyla kutlayan, insanın en eski ve kadim dostu atların neşesinden iz kalmamıştı.
Ağaçlar solgun ve cansızdı. Yaprakları şenlik biter bitmez sararmış, çocukların duvarlara çizdiği parlayan güneş ve rengarenk çiçek resimleri solmaya başlamıştı. Ya havanın kararmasına rağmen sokak lambalarının, evlerdeki ışıkların yanmıyor olması?
Şehrin sakinleri için alacakaranlığın getirdiği tedirginlik hiç de alışıldık değildi. Heybetli gösteri atlarının boyunlarını yukarı kaldırdıklarında edindikleri mağrur duruşları kaybolmuş, bilinmeyen bir şeye teslim olmuşçasına başlarını öne eğmişlerdi. Kuzey ve batı dağlarından bir anda felaket habercisi gibi inen sis, şehri sarmakta olan karanlık havayı ağırlaştırıyordu. Tüm bu karamsar ağırlığın içinde en dikkat çekense, insanlara güzel nameler çalan çocuğun kavalının rahatlatıcı, huzur veren sesinin artık duyulmuyor olmasıydı. Oturduğu duvarın üzerine kavalını bırakmış, gözleri nemli, boynunu bükmüş öylece duruyordu. Gözyaşları usul usul akıyor, yere düşen her bir damla toprağı sarsıyordu.
Tüm bu tedirginliğin ortasında insanları harekete geçiren de bu sarsıntılar oldu. Kırmızı damlı, yemyeşil çimlerini rengârenk çiçeklerin çevrelediği minik bahçeli küçük, ama konforlu evlerinden şaşkın yüzlerle sokağa çıktılar. Bir çağrıya cevap verir gibi şehrin meydanına doğru yürüdüler. Onlara nereye gideceklerini, ne yapacaklarını söyleyen biri yoktu; böyle birine hiç ihtiyaç duymamışlardı. Korku, öfke nedir bilmiyorlardı. Sadece şaşkındılar. Dünyaya ilk defa gözlerini açan bir bebeğin şaşkınlığı gibi saf, çaresiz ama meraklı bir şaşkınlık. Bastıkları toprak düşen gözyaşı damlalarıyla her titrediğinde durdular, sonra devam ettiler. Farkında olmadıkları bir ritimle: Yürü, yürü, yürü, dur, yürü, yürü, yürü, dur… Meydana vardıklarında duydukları feryatla irkildiler. Eğlenirken attıkları coşku dolu çığlıklardan, ya da sevişirken çıkardıkları haz dolu inlemelerden çok farklı bir haykırış. Birbirlerine telaşlı ve soru dolu gözlerle bakmalarından, kavalcı çocuğun ağladığını fark etmelerinden sonraydı çığlık atan kadının mahzenin merdivenlerinden koşarak çıkması.
Gitmiş! Yemek ve su bırakmak, tekmelemek için aşağı indim ama kapı açıktı. Gitmiş!
Kalabalık ifadesiz, sessiz, kıpırdamıyordu. Böyle bir durumu ifade edecek kelimeler yoktu dağarcıklarında. O nasıl giderdi? Böyle bir seçeneği var mıydı? Böyle bir ihtimal olabilir miydi? Bu ihtimali düşünmek, bir göktaşının şehirlerine düşerek tüm yaşamı yok etmesiyle aynı anlama gelirdi. Düşünerek, hesaplanarak hayatın devam edemeyeceği bir durum. Yaşamla aynı anda var olamayacak bir seçenek… Bir hazırlık, bir tedbir, bir hareket planları da yoktu böyle bir durum için. Akıllarına ilk gelenleri dile döktüler böylece.
Hadi evleri arayalım belki birimizin evine girmiştir? Yok yok ayrılıp sokaklara bakalım. Parklar olabilir, belki ağaçlar, kuşlar ilgisini çekmiştir, olmaz mı, olabilir? Okul? Okula gitmiş olamaz mı?
Sisle beraber karanlık iyice arttığında, birbirlerini göremeyecek hale geldiklerinde bile aramaktan vazgeçmediler. Önce evlere, sonra sokaklara sonra parklara, okullara… Her yere baktılar. Çocuğu bulmak gerekiyordu. Her şeyi tekrar eski haline getirmek, ilk kez hissettikleri korkudan kurtulmak, sinsice düşüncelerini ele geçirmeye başlayan, kalplerini sıkıştıran, ellerini terleten suçluluk duygusunu durdurabilmek için…
Her yeri aramış, bir çocuğun sığabileceği büyüklükteki tek bir deliği bile gözden kaçırmamışlardı. Hiçbir iz bulamadıklarında akıllarına o son ihtimal geldi: Şehri terk etmiş olabilir miydi? Geriye bakmamacasına yoluna devam etmiş olabilir miydi? Onlara minicik bir umut pırıltısı bile bırakmadan?
Ama umut asla bitmez… En azından insanoğlu bitmediğine inanır… İnandırır kendini… Omelaslılar da şehrin üzerindeki kara bulutlara teslim olmamayı seçtiler ve çocuğun gidebileceği tek olası yön olan doğuya doğru yola koyuldular.
Kafile, doğmakta olan güneşin ilk ışıklarıyla taneleri mücevher gibi parlayan kumun üzerinde yorgun adımlarla bir süre yola devam etti. Kayalıklara yaklaştıkça birçoğunun midesinde açlıktan mı yoksa giderek büyüyen korkudan mı çıkaramadıkları kasılmalar başladı. Çocuğun hiç bulunamaması durumunda olabileceklere dair ardı arkası kesilmeyen düşüncelerdi korkuyu bir ateşi harlar gibi yüreklerinde büyüten. Her şeyi eskiye döndürmek, mutluluğu tekrar yakalamak mümkün müydü?
Aralarından işin kolayına kaçan veya pes eden birkaç çatlak ses çıkmıştı ama sonunda birileri onları ikna etmiş, hani neredeyse biraz liderlik yapmış, çoğunluğa uymalarını sağlamıştı. Liderler ve takipçileri… Korkularını teslim edecekleri birilerine ihtiyaçları vardı artık. Kendilerinden daha sağlam, daha inançlı daha yürekli görünen birilerine… İç seslerini onlardan daha kolay duyanlara, karar verip bedel ödeyebilenlere…
Kafilenin önünde yürüyen liderin birden durmasıyla her hareketini büyülenmiş gibi takip eden diğerleri de durdu aniden. Tıpkı kumandadaki ‘durakla’ düğmesine basılarak oyuncuları oldukları anda hapseden filmlerde olduğu gibi. Meraklı, soru dolu gözler sırtına yapışarak sanki etini ısırıyordu liderin, Sorumluluk hissetmek böyle bir şey olmalıydı. Arkasındaki güruha döndü. Gördüğü sadece hayal kırıklığı dolu yüzlerdi…
Ve kalabalık dile geldi:
Saatlerdir yürüyoruz, evlerimizden çok uzaklaştık.
Nereye kadar uzaklaşabilir ki? Küçük, cılız, güçsüz bir çocuk… Üstelik aç ve susuz.
Daha ne kadar arayacağız? Bizim de gücümüz tükenmek üzere.
Buralarda kimse yok, sadece kum ve kaya!
Belki de çoktan ölmüştür.
O zaman ölüsünü bulurduk.
Ya cesedini hayvanlar yediyse?
Baştan beri söylüyorum madem o gitti başka bir çocuk seçmemiz gerekiyordu. Neden peşine düştük anlamıyorum.
Anlayamazsın çünkü senin çocuğun yok! Kim kendi çocuğunu feda edecek böyle bir durum için!
Çocuklar hepimizindi hani? Hem onun annesi feda etmiş ya, bir başkası da bulunur. Diğer çocuklar, kardeşleri, annesi, babası, bütün akrabaları ve şehir için. Başka türlü mutluluğumuza, rahat ve sağlıklı günlerimize asla kavuşamayacağız. Bir gönüllü yok mu? Kura da çekebiliriz!
Kim böyle bir şeye gönüllü olur ki?
Mesela gerçek bir dünyada binlerce insan gönüllü olmuyor muydu, toprakları, halkları, idealleri için ölmeye… Bunun için yazılı veya yazısız yasalar vardı, inançlar vardı ama hikâyemizin geçtiği şehirde o güne kadar ne yasaya ne inanca ne de ideale gerek duyulmuştu. Bütün toplumun yerine acı çekebilecek biri olduğu sürece bunlara hiçbir zaman ihtiyaç olmayacaktı.
Belki de yasalar yapıp kimin, nasıl seçileceğine karar vermemiz gerekiyormuş.
Çocuk gidene kadar böyle bir ihtiyacımız hiç olmadı ki.
Ben kendi kendine gidebildiğine inanmıyorum, biri onu serbest bıraktı, birileri düzeni bozdu.
Bu konuşmaların faydası yok, öldüyse bu hepimizin günahı, bari cesedini bulup onu uygun şekilde gömebilelim, umudumuzu kaybetmeyelim.
Şimdi mi günah oldu, her şey yolundayken böyle düşünmüyordun.
Günah nedir diye sordu bir çocuk. Yapmamamız gereken, ama yaptığımız ve bu yüzden cezalandırılacağımız şeyler diye yanıtladı yetişkinlerden biri. Peki ceza ne demek diye sordu başka bir çocuk. O da garip bir kelime ama söylendiği anda hepimiz ucunda mutsuzluk olduğunu anlıyoruz dedi başka bir yetişkin. Gerçek bir dünyada bizler için çok sıradan günlük kelimeler onlar için yeni bir dilin habercisi gibi yazılıyordu yavaş yavaş akıllarına. Farkında olmadan dudaklarından dökülüyordu.
Tekrar mutlu olacağız, tek yapmamız gereken çocuğu bulmak.
Hayır, yapılması gereken geri dönüp başka bir çocuk seçmek.
Asla olmaz ben çocuğumun o mahzene girmesine izin vermem.
Mahzendeki de birisinin çocuğuydu ama…
Omelas’taki yaşamın iyiliğini ve güzelliğini tek, küçük bir iyileşme, kurtulma uğruna feda etmek, kendi çocuğun bile olsa, tek bir insanın mutluluğu uğruna binlerin mutluluğunu fırlatıp atmak! Bununla nasıl yaşanır? Artık hepimiz suçluluk duyacağız dediler hep bir ağızdan…
Belki, dedi lider;
Omelas’ı terk etmeliyiz artık. Daha önce gidenler gibi…Onlar hiç geri dönmediler. Belki zamanı gelmiştir, artık mutlu olmak gerekmiyordur, hayat hep acıdır ve yaşadığımız sadece bir yanılsamadır ve karanlık tek sahip olabileceğimiz gerçektir. Belki korku ve vicdan azabı feda etmek zorunda kaldıklarımızın bedelidir.
Kurduğu bin bir türlü düzene rağmen şu yeryüzünde bir türlü tutunamadı insanoğlu. Bazen kendi yarattığı ahlakla çatıştı bazen de birbiriyle. Hep birilerini feda etti. Bir kişi için herkesi, herkes için bir kişiyi. Oysa yeryüzü sınırları belli bir toprak ve su parçası değil de ne ki? Hava da su da bedava şairin dediği gibi. Çocuğu özgür bırakan da mahzende tutan da kabul eden de isyan eden de yaşamaya çalıştı kendince. Acıdan kaçmak için daha çok acı çekti.
Ben yürümeye devam ediyorum, isteyenler beni takip edebilirler.
Kafile bir süre bekledi, insanlar mırıldandılar, sonra yüksek sesle konuştular, zaman zaman acıyla bağıranlar oldu ama bir süre sonra bazıları liderin peşine takıldılar. Sonra başkaları da onlara eklendi. Ve daha başkaları…
Sona bir avuç insan kaldı.
Birbirlerine baktılar bir süre. Konuşmadan… Yüzleri ifadesiz… Bakışları boş…
Sonra onlar da önden gidenleri takibe koyuldular.
Ursula LeGuin “Omelas’ı Terk Edenler Hikâyesi”’nin devamı üzerine bir denemedir.