Gereğinden fazla uzun süren modern zamanların en büyük sancısı varoluştur. Gereğinden fazla uzun diyorum çünkü bu bayat ve ekşi tanımın ötesine geçecek bir zamanın gelmesini hevesle bekliyorum. Bir başka bekleyişim de bu “modern zaman” insanının varoluşa dair karın ağrısının sona ermesi. Ama görünen o ki birinci talebim doğa tarafından yaklaşık elli yıl içinde yerine getirilecekken, ikincisi insan soyunun dinmez bir iştiyakı olarak ilelebet sürecek.
Varoluş garip bir şey! Öylece oluveriyorsun. Bir yerden bitiyorsun, kendini çok değerli görüyorsun, önemli işler yapar gibi oluyorsun, sonra bir yerde gidiyorsun. Çoğunlukla sonrasında esamin bile okunmuyor. Bir Everest değilsin mesela ya da bir krater çukuru, kalıcılığın yok. Seni bu dünyaya, buradayken ya da oradayken – varsa eğer- sımsıkı bağlayacak hiçbir şey yok. Ataların kırk yıl yaşıyordu, sen seksen yıl yaşayacaksın. Milyarlı yaşlarda olan dünyaya bakınca bir salise bile değil ömrün. Evrenin muzip bir göz kırpışı bile değilsin. Yerlerin ve göklerin kendisi için yaratıldığı iddia edilen bir varlık için sefil bir durum.
Bu sefaletin hiçbir evresini kabullenemeyen ve dahi sindiremeyen insan soyu, kendi var olduğu süreyi belleklere kazımak ya da hadi en azından düşüp kaybolmamak için çeşitli bağlar keşfetmiş. Bu bağlar sayesinde ömrünü uzatmış, karnını doyurmuş, kafasına bir damın altına sokmuş, kurda kuşa yem olmadan vadesini doldurup gitmiş. Bu bağların başkaca da bir anlamı yok aslında. Ta ki insanın aklı az biraz yan bağlara bahçelere kayıp da diğerinin ciğerini söküp bunları almaya karar verinceye kadar. Orada da iki unsur devreye girmiş. Birincisi, kendine diğerinin gözünü korkutacak, ondan bir baş üstü gözükmeyi sağlayacak özellikler atfetmek. Diğeri ise bu atfedilmiş özellikleri ve elde edilmiş ganimetleri bir sonraki kuşağa devretmek. Bir sonraki kuşak dediğimiz de insanlık namına genele değil, kendi geninden türemiş olanlara.
Yazının ortasında konuyu bir toparlayalım. İnsan dünyada kendine bir yer edindi. Sonra bu yeri sağlam tutmak için küçük gruplar kurdu. Diğer grupların kendi ellerindekini alabileceğini ya da bunun tam tersi olabileceğini fark etti. Dosta güven, düşmana korku vermek için kendi grubuna uhrevi, efsanevi ve dünyevi özellikler atfetti. Sonra… Sonrası çok vahim… Sonra bu her şeyin başında halisane ve gayet anlaşılabilir gerekçelerle oluşturulmuş aidiyetler yedi cihanın başına dert oldu. Her bir kişi ve her bir grup, onlarca küçük organizmadan oluşan bir canavar yarattı. Adına da kimlik dedi. Tam burada konuyu benden önce gayet güzel açıklamış birisine, Amin Maalouf’a sözü bırakıyorum.
“Her kişinin kimliği, resmi kayıtlarda görünenlerle kesinlikle sınırlı olmayan bir yığın öğeden oluşur. Elbette insanların büyük çoğunluğu için dinsel bir geleneğe bağlılık söz konusudur; bir ulusa, bazen iki ulusa; etnik ya da dilsel bir gruba; az ya da çok geniş bir aileye; bir mesleğe; bir kuruma; belli bir sosyal çevreye… Ama liste daha da uzundur, neredeyse sınırsızdır: insan bir eyalete, bir köye, bir mahalleye, bir kabileye, bir spor takımına ya da meslek kuruluşuna, bir arkadaş grubuna, bir sendikaya, bir işletmeye, bir partiye, bir derneğe, bir cemaate, aynı tutkuları, aynı cinsel tercihleri, aynı fiziksel özürleri paylaşan ya da aynı zararlı etkilere maruz kalan bir insan topluluğuna ait olduğunu hissedebilir.
Bütün bu aidiyetler, her halükârda aynı anda, elbette aynı derecede önem taşımazlar. Ama hiçbiri de tam olarak anlamsız değildir. Bunlar kişiliğin yapı taşlarıdır, çoğunun doğuştan gelmediğini vurgulamak koşuluyla, neredeyse “ruhun genleri” denebilir onlara.”*
Amin Maalouf’a aslında bir ters köşe yapmak üzere olduğumu üzülerek belirtirim. Zira bu tanımın her geçtiğimiz dakika daha da eskidiğini ve insanın kendini ait hissettiği bu etiketlerin çoktan değiştiğini düşünüyorum. Biz artık buralara ait değiliz, her birimizin kendi krallıkları var. Bu krallıklarda kendi kendimizi yeniden inşa edip, sınır boylarına çitler çektik. Yazarın ifadesiyle “ruhumuzun genleri” artık GDO ile değiştirilmiş ve şişirilmiş gibi. Dıştan bakınca kırmızı, sulu ve parlak; ısırınca sası.
Amin Maalouf’un yukarıda belirttiği banal(!) etiketleri üzerimizden atmamız ve kendi biricikliğimizi yaşamamızı söyleyen bir akım ruhlarımızı, zihinlerimizi ele geçireli bir elli yıl olmuştur herhalde. Ama 11 Eylül 2006 tarihi bir kırılma noktasıdır. Ondan sonra hiçbir şey aynı olamayacak şekilde değişmiştir. Hayır, İkiz kulelerinin yıkıldığı tarihi işaret etmiyorum. Marc Zuckerberg’in önce Harvard Üniversitesi öğrencileri için kurduğu, sonra tüm dünyanın başına sardığı Facebook’un genele açılış tarihinden bahsediyorum. Böylece bağları güçlendirmek için kurulmuş gibi gözüken bir ağımız daha olmuştu. Okul arkadaşlarını, gurbetteki akrabaları, aynı kitapları okuduklarımızı bulduğumuz; yediğimizi içtiğimizi gezdiğimizi merak edenlerle buluştuğumuz bir yer, yeni bir yuva edinmiştik kendimize. Her neredeysek oradan kımıldamadan üstelik. Kocaman bir ailenin parçasıydık ve hiçbir insan yalnız kalmayacaktı bundan böyle. Bir sevinç, bir neşe, bir güven geldi hepimize. Hesaplar açıldı, eş dost bulundu… Ama bir sorun vardı. Bu insanlarla o kadar da ortak yönümüz yoktu, başka insanlar bulmak lazımdı, işin kötüsü bizim elimizde olanın da orada kıymet-i harbiyesi yoktu. Facebook perileri kulağımıza nasıl olmamız gerektiğini fısıldamaya başladı. Biz de dersimizi ezber edip olmamız gerekeni inşa ettik. Tanıdığımız herkes toksikti bağımızı kestik, kendimizin bir üst versiyonu olmak videolar izledik, hesaplar takip ettik, bu yeni halimizi ifade etmek için saçları, başları, kıyafetleri, malı mülkü, en güzel anlarımızı -anlarımız öyle olmasa bile- sergiledik ve sonuçta kimselere benzemedik! Kimselere benzemeyişimizi muhafaza etmek için de insanla mesafeyi açtık, telefonla olan bağımızı güçlendirdik. Nihayetinde ait olduğumuz tek bir etiket vardı: Kendimiz. Buna zaman zaman kendimize yakıştırdığımız eşler, çocuklar, arkadaşlar, kitaplar, mekânlar da eşlik etti. Velhasıl, kendimiz kendimize ait olarak, kendimizle kurduğumuz bağla, kendi yağımızda kavrulup ama biraz da savrulup gittik.
Bugünlerde aileden, sokaktan, işten, okuldan kurduğumuz bağlarla değil, kendimize yakıştırdığımız sosyal medya mecrasından takipleştiklerimizle bir ağın içindeyiz. Kendimiz dışında bir yere ucundan da olsa bağlanabiliyorsak o sadece olduğumuz platform. Artık her şeyin çok fazlasıyız, çok anne, çok baba, çok kadın, çok özgür, çok etik, çok… Ama bir yandan da hiçbir şeyiz. Adlarımız bile gaiplere karıştı, hepimiz birer hesap adıyız. Hizmet ettiğimiz bir grup, bir kavram, bir etiket varsa da o sadece bir hesap. Yaşamlarımız da o hesabın hakkını verecek kişiyle, dışarıda süregiden vahşi hayatı ayakta tutmaya çalışan kişi arasında gidip geliyor. Üzerimizdeki ağırlık kalıp değiştiriyor. Aileler, milliyetler, cinsiyetler hafiflerken, sürekli “an” üretme telaşı ile sürekli “ben” inşa etme çabası ağırlaşıyor. Parçalayıp kolajladığımız benlikler ve tasarlanmış anılar giyilip çıkarılan birer kostüm olarak platform dolaplarında yığılıyor. Geriye aynada tanıyamadığın bir yüz ve yaşanmamış bir ömür kalıyor.
*Ölümcül Kimlikler, Amin Maalouf, çev. Aysel Bora, Yapı Kredi Yayınları, 2000, s. 18.