Hiçbir adımın iki zihni birbirine
yaklaştıramayacağını öğrendim.*
Walden Gölü’nün kıyısına inşa ettiği kulübesinde yaşayan Henry David Thoreau’nun yalnızlık deneyiminde, kudret alanının dışında kalan şey, doğanın kendisidir. Thoreau için doğa artık bildik bir dünyadır; doğaya bütünüyle güvenmektedir. Onunki doğaya karşı geliştirilmiş bir duyarlılık değil, doğayla uyum içinde olmaktır. Denetimi bırakıp kendisini doğaya teslim ettiği anda, doğa onun için yabancı olmaktan çıkmış ve Thoreau artık yalnız hissetmediğini anlamıştır.
Doğanın, güneşin, yağmurun, yazın ve kışın
tarifsiz masumiyeti ve iyiliği, sonsuza kadar
verecekleri sağlık ve neşe! Ve soyumuza
duydukları sempati! Eğer herhangi bir insan
haklı bir nedenle üzülecek olsa, tüm doğa
etkilenir, güneşin parlaklığı solar, rüzgârlar
insan gibi iç çeker, bulutlar gözyaşı döker ve
ormanlar yaz ortasında yapraklarını döküp yas
tutmaya başlar. Toprakla aynı zekâya sahip değil
miyim? Kısmen yaprak ve bitki küfü değil miyim?
Yalnızlık deneyimi kim olduğumuz sorusuna dair arayışımızın, vazgeçilmez uğraklarından biri olarak duruyor. “Yalnız” sözcüğü “yanında başkaları bulunmayan” anlamına gelir ve yalın- “soyunmak, soyulmak” fiilinden türer. Eski Türkçede soy “deri yüzmek” anlamına geliyor. Yalın olmak, yani soyunmak ve çıplak kalmak, metaforik anlamda varoluşun özüne inmek demek. Yalnızlıkta bizi kendimizden uzaklaştıran herkesten ve her şeyden soyunuruz.
Yalnızlığı bir yaşam biçimi olarak benimseyen ve onu tüm zorluklarına karşın savunan Rilke, Genç Bir Şaire Mektuplar’da yalnızlığın güç olduğunu ve bu yüzden de yaşanmaya değer olduğunu anlatmak ister.
İnsanlar her şeyi kolayına, kolayın da en kolay
yönüne göre çözerler. Ama bizim güç olana
tutunmamız doğrudur. Canlılar, güç olana
tutunurlar. Tabiatta her şey, kendi tarzına göre
büyür ve kendini savunur; kendi içinden, kendine
özgü bir şey olur; her ne pahasına olursa olsun
böyle olmaya çalışır[…] Yalnız olmak iyidir;
çünkü yalnızlık güçtür. Bir şey güç olunca, onu
bize yaptıracak bir neden var demektir.
Yalnızlık ancak bizden-başka-olan ile ilişkimiz bağlamında kavranabilir. Anlamsız bir içine kapanış değildir, sürekli yinelenen bir isteği, bir parçamızı ötekine açma isteğimizi gerçekleştirir. Yalnızlığın aşırı bir uçta “deri yüzmek” anlamına varması tesadüf olmasa gerek. Yalnızlık zaman zaman katlanılması güç, acı dolu bir süreçtir. Fakat böylesi bir acı, kabuk değiştirmeyi andıran türden bir dönüşümün kaçınılmaz önkoşulu olabilir mi?
Bizler için de yaşam, bir salyangozda olduğu gibi, ileri doğru atılarak değil dönerek başlar. Embriyonun ana rahminde kendi içine kıvrılmış haldeki evresi bunun kanıtıdır. Bu içe doğru yöneliş, bebeklikten yaşlılığa uzanan dönemde, yalnızlığın acı verici olduğu durumlarda dahi olsa, bir tür olgunlaşma çağrısı olarak, kendisini zaman zaman tekrarlar. Beden kabuksu niteliğini daha çok vurguladığında bize kendisinin de bir tür yerleşim alanı olduğunu hissettirir. Çünkü insanın kendisini tanımladığı ilk sınırlar bedeninin koyduğu sınırlar olacaktır. Yalnızlığın sığınağı olabilen bir beden, bize aldırmaz, bizi yargılamaz, bize dünyayla iletişimini sürdüren yarı geçirgen bir ortam sunar. Salyangoz misali kendi üstüne kapanmış bir yaşam, dönüşüm geçirdiğinde, tıpkı bir mağaradan gün ışığına çıkarkenki gibi göz kamaştırıcı bir hal alır.
Yalnızlık günden güne bir yaşam biçimine dönüştükçe içine çekildiğimiz mekân da kendini bulma arayışımızın ayrılmaz bir parçası olmaya başlar. İnsan ancak bir ‘yerde’yalnız kalabilir. Yalnızlığın bir mahrumiyet değil de bir tercih olduğu durumları ele alırsak, bu yer bir deniz kenarı, bir orman, bir manastır, bir apartman dairesi, bir kulübe, küçük bir oda ve nihayetinde bedenin kendisi olabilir. İstediği anda diğerleriyle iletişime geçebilme, istediğinde de kendi mevcudiyet alanına dönebilmenin iradesinin kişinin kendi elinde olduğu bir yaşantıyı düşlemek cesaret işidir. Ardında kalabalık yaşamın başladığı doğal ya da yapay sınırların içinde kişi, kendisini yalnız bırakmaktan keyif aldıkça yalnızlık bir yaşam biçimine dönüşmüş demektir. Böylesi bir yalnızlık bizi fiziki ve kültürel zorunluluklardan koparabilir; bizi, yaşamın içinde yoğunlaştığı en küçük varlıkla dahi iletişime açık ve yaşamı bir bütün halinde algılayan birisine dönüştürebilir. Dünyanın sınırları küçülür ve insan nerede olursa olsun, kendisini evinde hissedebileceği fikrine açılır.
Ancak verimli bir yalnızlık esnasında kendi varlığımızı inşa edebiliriz. Yalnızlığımıza sığınak olan yer, sözgelimi bir apartman dairesiyse, duvarlar yan komşunun mutfağına değil uçsuz bucaksız manzaralara açılabilir. Bu duvarlar, doğru an geldiğinde çepeçevre dünya olup çıkmayı bilirler. Tıpkı Maurice Sendak’ın meşhur çocuk öyküsü Vahşi Şeyler Ülkesinde’de, Max’in yalnız kalmakla cezalandırıldığı odasının bir anda ormana dönüşmesi ve onu zamansız bir maceraya çıkartması gibi.
* Henry David Thoreau
Yararlanılan Metinler
Henry David Thoreau; Yalnızlık, çev: Aykut Örküp, Fabula, İstanbul, 2015
Rainer-Maria Rilke; Genç Bir Şaire Mektuplar, çev: Melâhat Özgü, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1963
Eugenio Borgna; Ruhun Yalnızlığı, çev: Meryem Mine Çilingiroğlu, YKY, İstanbul, 2015
Gaston Bachelard; Mekânın Poetikası, çev: Alp Tümertekin, İthaki, İstanbul, 2013
nisanyansozluk.com
Görsel
Farewell To Major Keys, Nisan 2021, Gözde Uskur