Biraz insan, çoğunlukla deli.

Lise yılları, hayatımın en enteresan yılları… Platonik bir aşk hikâyesinden çıktığımı sandığım bir zamandaydım. Sınıf arkadaşlarım bir kişiden bahsediyorlar, henüz lise üçüncü sınıftayım. Neyse sırası geldikçe teferruata gireceğiz… Sınıf arkadaşlarım arasında kızı tanımayan bir tek ben varım. “Acaba tanımadığım bir kişiyle flört olur mu?” diye düşünüyorum. Daha önce tanımadığım kimseye yönelmemiştim ancak yalnızlık öyle bir illettir ki yapmam dediğini yaptırır. Düşün ki sadece adını söylüyorlar ve bir dönemin gündemi belirleniyor.

 O dönem Telsim henüz Vodafone olmamış, Aria ve Aycell yakın zamanda birleşip Avea olmuşlar. Nokia’nın en popüler telefonu N73, iPhone henüz Türkiye piyasasına giriş bile yapmamış. Okula telefon götürmek yasak ama bu kuralı pek umursayan yok. Her köşeden bir gayri nizami istisna oluşturulabiliyor. Kızın telefon numarasını istiyorum, veriyorlar, “Yazarsın” diyorlar. Ama gençlik işte, hiç güvenmiyorum. Verdikleri numaranın yanlış olabileceğini, kızın da durumdan bihaber olabileceğini düşünüyorum. Neyse ki arkdaşlar sıkı çalışıp süreci olması gerektiği gibi hazırlamışlar. Fakat bir sorun daha var ki ben o güne kadar hiç kimseyle mesajlaşmamışım. O sorunu da bir arkadaş, okulun bahçesinde hallediyor; giriş cümlelerini kurarken arkadaşım destek veriyor, sonrasında diyalog oluşuyor.

Kız yazıyor, ben yazıyorum; ben yazıyorum, o yazıyor derken hattımın, normalde hiç kullanmadığım 100 sms hakkı bir hafta dolmadan bitiveriyor. İlk fırsatta  bir Avea bayisine gidip daha avantajlı sms paketi olan bir hat seçiyorum ve konuşmalar yeni numaram üzerinden kaldığı yerden devam ediyor. Her şey üzerine konuşuyoruz. Bugün konu başlıklarını dahi hatırlamasam da o anlar, zamanın en önemli dakikaları oluveriyor.

Birkaç haftalık yazışmadan sonra buluşma kararı alıyoruz. İlk buluşma için neresi tercih edilir, neler konuşulur, nerelere gidilir hiçbir fikrim olmaksızın bir parkı buluşma yeri olarak teklif ediyorum. Artık vizyonsuzluk mu denir, acemilik mi bilmiyorum, çiçekçi geldiğinde bile çiçek almıyorum. Çok enteresan bir buluşma oluyor. Sonrası “ghosting”. Hiçbir şey söylenmeden başlıyor bir suskunluk… Ulaşmaya çalışıyorum, kızın arkadaşlarına falan da yazıyorum; en azından bir şey söylesin diye ricacı oluyorum.

Sonunda arabanın altında kalma tehlikesi atlattığım bir haftanın çarşamba günü haber çıkıyor ve böylece kısa süreliğine yeniden konuşmaya başlıyoruz. Okuldan sonra belediye otobüsüyle eve geliyorum. Sırtımdaki yeşil asker çantası o kadar ağır ki bugün bile o kadar ağır çanta taşımıyorum. Tek derdim çantamı eve bırakıp dışarı kaçmak…

Sırtımdaki yükten kurtulduktan sonra fütursuzca yürümeye başlıyorum. Mesajlaşmaya devam ederken bu sefer farklı bir parkta, farklı bir banka oturuyorum. “Yeter artık bu yalnızlığım” diye başlıyorum yazmaya… Bank da bana dar gelmeye başlıyor. Kendimi parktan dışarı atmaya çalışırken bir tümseğe rastlayıp üstüne tünüyorum, yazmaya devam ediyorum…

İşte o şiirdir benim ilk şiirim; o kızla mesajlaşırken yazdığım şiir… Daha önce şiir denemelerim olmasına rağmen yeterince okumamaktan kaynaklı, komik ve gereksiz şeyler çıkıyordu ortaya.

Şiirin akrostiş olması, sürekli kendimi test edeceğim bir alan oluşturuyor. Sonra alıyorum ses kayıt cihazını elime, deneye deneye yazıyorum. Ama hâlâ yazdığım şiirlerden sadece iki tanesini ezbere biliyorum. Diğerlerini okumayı ve okutmayı dahi unutuyorum.

Neyse… Kişisel verilerin korunması kanunu gereğince akrostişi burada bozduğum şiirim şöyle:

 

Yeter

       Yeter artık yalnızlığım,

       Eski şarkılarda aradığım kendimi

       Tek başına kim bilir nerede

       Ele geçecek cesedim.

       Renksiz ve suskun

       Ama söyleyecek çok şeyi olduğu    

        Her halinden belli

       Lâl etmeyecek olsa ölüm

       Bir şeyler deyiverecek

       Cesaretini toplayabilse

       Ağlatanlarını çağırıp son kez

       “Neden?” diyecek, belki

       Neden?