Yeniçağ insanları olarak çoğumuzu tüketen gerçeklik, zamansızlık ya da dar bir zaman diliminde sıkışmışlık hissi… Kapitalist sistemin bizlere buyur ettiği yoğun çalışma saatleri ve daha verimli olma kaygısı; kendi sınırlarını aşmak zorunda bırakılan bireylerin toksik performansları sonucu ortaya çıkan tükenmiş işler ve ruhlar ile vücut buluyor finalde.
Yetişme çabasında olduğumuz sayısız toplantı, teslim tarihi gelmek üzere olan projeler, günlük rutin içerisinde hiçbirinin tam bir parçası dahi olamadığımız ama fiziksel varlığımızı sonuna kadar sürdürdüğümüz çalışmalar, ruh ve beden arasındaki kavganın en büyüğünü yaşatıyor bizlere.
Zamanın içerisindeki zamansızlık duygusu, kaotik bir pazar yerinde her daim çiğnendiğini hisseden bireyler arasında farklı tavırların gelişmsine sebep oluyor aslında. Kimimiz kaybettiği ruhun peşine düşüyor ve kendini arıyor, kimimiz ise kaybettiği ruhun dahi farkında olmaz iken geri dönüşü güç bir yolda hayatını yitiriyor. Kimse cenazenin farkında olmadığı için onu kaldırmaya dahi tenezzül etmiyor. Toplumun kokuşmuşluğu buradan mı ileri geliyor bilinmez ancak bu yaşanan gerçeklik akıllara Paul Lafargue’nin Tembellik Hakkı adlı eserinde de güçlü bir şekilde vurgu yaptığı birtakım konuları hemen akla getiriyor. Eser, ana fikir olarak hiç çalışmamaktan söz etmiyor. Sanayi Devriminin ardından ortaya çıkan insanüstü çalışma saatlerine ve performans beklentisine sert bir eleştiri getirerek; bireylerin daha az çalışarak geri kalan zamanını kültür ve sanat faaliyetleri içinde geçirerek özgürleşmelerini ve topluma faydalı olabilecek bir üretkenlik içinde olmalarını savunuyor.
Yıllar önce, Berlin’in en keyifli semtlerinden biri olan Mitte’de gezerken gözüme çarpan bir mural halen zihnimi çok meşgul etmekte ve zihnimde sayısız sorgulamalara yol açmaktadır. Koca bir duvarı kaplayan çarpıcı tek bir soru: ‘HOW LONG IS NOW?’ (Şimdi ne kadar sürüyor?)
Milattan önce 8. yüzyılda, Horatius’un dizelerinde ortaya çıkan “anı ve günü yaşama” vurgusu, sonrasında da sayısız sanatçı ve düşünürün bu konuyu irdelemesine sebep olmuştur. Zamanın göreceli bir kavram olduğu düşünüldüğünde ve şimdinin ne kadar sürdüğü de bir o kadar bilinmezken; onu bu kadar değerli ve eşsiz kılan unsurun o sırada yaşanan duygular olduğu konusunda güçlü bir inancım var. Zihnimize kazınmış anları ve geçmiş deneyimleri, şimdiki algı dünyamızda görülebilir ve hatırı sayılır yapan, o zaman diliminde yaşadığımız yoğun duygu durumudur çoğunlukla. Bilinçli olma mertebesine erişebilmek için, duyguların en temel kaynak olduğunu savunan Carl Jung, karanlıktan aydınlığa; ataletten harekete geçmeye yönelik dönüşümün, duygular olmaksızın mümkün olmadığını savunur. Zamansızlık toplumunun bir parçası olarak bizlere düşen ise dar zamanları sahici ve derin duygularla doldurarak, var olduğumuzu hissetmektir…