veya olmayacak…
Yemek yemek vücudumuzu ve beynimizi besleyen bir davranıştan, hatta kültürden veya bir İnstagram resminden daha da fazlası. Yemek; su, toprak, kültür, emek, teknoloji, ekonomi ve politikadır. Tüm bu zincirin çarkları birbirini etkiler ve birlikte çalışırlar. Bu durumda, doğaya verdiğimiz geri dönülemez zararın hayatımızın en önemli yapıtaşlarından olan yemek yeme alışkanlıklarımızı değiştirdiği, dönüştürdüğü, hatta yerle bir ettiği koşulları doğurması da oldukça öngörülebilir bir hal alıyor. Peki, kendi ellerimizle zarar verdiğimiz toprağın, yapısını ve içeriğini değiştirdiğimiz suyun, her geçen gün daha da ısıttığımız havanın yediğimiz besinlere etkileri neler, bu şartlara uyum sağlayabilir miyiz ve bizi nasıl bir gelecek bekliyor?
2016 yılında Fransa’daki tarımcılar ekinlerinde bir farklılık olduğunu keşfettiler. Kış mevsiminin olması gereken sıcaklıklardan çok daha yüksekte seyretmesinden dolayı 2015 yılına oranla aldıkları ekinden çok daha az bir miktarda ekin toplayabildiler. Fransa genelinde yüzde yirmi beş oranında azalan ekinlerin yanı sıra bu oran bazı bölgelerde yüzde elliye kadar yükseldi. Küresel ısınma yakın bir zamana kadar bilim insanları tarafından ölçülebilen bir boyuttayken, etkilerinin gün geçtikçe kolayca hissedilebilir olması problemin ciddiyetini hiç olmadığı kadar gözler önüne seriyor.
Küresel ısınma hava değişimleri, kasırgalar ve orman yangıları gibi ekstrem hava koşullarının yanı sıra aslında en temel ihtiyaçlarımızdan biri olan besinleri derinden etkiliyor. Artan sıcaklıklar ve haşereler ile çiftliklerin daha az yiyecek üreteceği bir gerçek. Bu ortamda ise aynı oranda hasat için daha fazla emeğin yanı sıra derin tarımsal değişiklikler gerekecektir. Gelecekte buğday ve mısır gibi hava koşullarına daha dayanıklı yiyecekleri daha fazla tüketeceğimiz öngörülürken resmin daha büyük olduğunu da hatırlatmak lazım. Dünya çapında en çok tüketilen 4 ürün olan buğday, pirinç, mısır ve soya fasulyesinin etkilenmesi diyetimizde geri dönülemez değişikliklere yol açacaktır. Sıcaklığın sadece 1 derece artması mısır hasatını yüzde 7 veya 8 oranında azaltacağı gibi bu oran buğday için yüzde 8, pirinç veya soya için ise yüzde 3’lerde geziniyor. Bir başka öngörülen problem ise ekin bitkileri daha küçük boyutlara büyüyebilir veya daha fazla yabani otla savaşmak zorunda oldukları bir gelecekte daha küçük meyveler ve daha az tohum üretebilirler.
Birçok faktör ekinlerin büyümesini etkileyebilir. Bunlar yağış, güneş ışığı, toprağın kalitesi, havadaki karbondioksit miktarı ve yetiştirilen ekinlerin türünün değişmesi ile ilgili aslında. Topraktaki organik maddelerin ve minarelerin azalması yiyeceklerimizdeki besleyici öğelerin de azalması demek. Bu, toprağın mahsulleri beslemek için içerdiği besinlerinin azalacağı, böylelikle aynı oranda aynı besini tüketsek bile vücudumuzda aynı etkiyi yaratmayacağı anlamına geliyor.
Deniz seviyeleri yükseldikçe, fırtınalar ve yüksek gelgitler okyanus suyunun kıyı bölgelerinde ve iç kesimlerde dalgalanmasına neden olabilir. Yağışların azalması nehir seviyelerinin düşmesine neden olduğunda, bu dalgalanmalar nehir ağızlarından daha fazla deniz suyunun akmasına yol açıyor. Bu olay ise tarım alanlarını sular altında bırakıyor. Tuzlu su taşkınları çeşme suyu kaynaklarını etkilediği gibi tuz verimli araziler için zehir görevi görebiliyor. Pirinç gibi ürünlerin tuzlu topraklarda zayıf büyüdüğü bilinirken, deniz suyunun aktığı yerde yetişmek zorunda kalan pirinç hasatları zehirlenmiş topraklarda yetişemez hale geliyorlar.
Bir diğer önemli etken ise karbondioksit miktarındaki değişim. İklim değişikliği sadece yükselen sıcaklara değil karbondioksit seviyesindeki artışa da neden olur. İlk anda bakıldığında dokularını oluşturmak için karbondioksit kullanan ekinler için havadaki karbondioksitin artması iyi bir haber gibi duyuluyor. Fakat denklem o kadar basit değil. Tüm bitkiler bu değişime aynı şekilde cevap vermeyeceklerdir. Protein seviyeleri muhtemelen düşecek olan ekinler vitamin, besleyicilik ve minarel miktarlarını da kaybedebilirler. Hali hazırda yapılan deneylerde de buğday, soya ve pirinç gibi mahsul bitkilerinin karbondioksit bakımından zengin ortamda daha iyi yetişmediği de kanıtlandı.
Günümüzdeki sorunların bazıları modern ekimdeki besinlerin genetik çeşitliliğinin olmamasından kaynaklanıyor. Binlerce çeşit mahsul varken hepsinin farklı özellikleri ve ihtiyaçlarının olması monokültür ekim sistemlerine yol açıyor. Bu, çiftçilerin alanlarda sadece bir tür ürün yetiştirdiği tarım sistemi anlamına gelir. Ve bu mahsullerin hepsi, barındırdıkları belirli genleri kısıtlayan üremeye dayanan özelliklere sahiptir. Küresel ısınmanın etkilerini denkleme dahil ettiğimizde var olan besinlerin daha sıcak veya daha kuru ortamlarda gelişebilmeleri için belirli türleri elemine etmek gerekiyor. Yetiştiriciler, daha büyük meyveler, daha fazla tohum veya daha güçlü saplar üreten çeşitler için başka besinleri ekmeyi bırakıyor. Tarlada tek bir ürünün yetiştirildiği sistemde ise belirli besinlerin yaşama sansı tamamen ortadan kalkıyor. Peki bu duruma bir çare yok mu? Bilim adamları büyüme koşullarını değiştirebilir, bu alanları daha sıcak, daha kuru veya daha ıslak hale getirebilir. Fakat yapılan deneylerde bu ortamlarda test edilen pirinç tanelerinin daha düşük bir kaliteye sahip olduğu ortaya çıktı. Artık çiftçiler, daha sıcak ve daha yüksek karbondioksit seviyelerine sahip olacak bir dünyaya daha iyi adapte olabilecek ürünleri arayacaklarından, bu şartlara uymayan mahsul çeşitlerinden kaçınabilirler.
Birleşmiş Milletler 2030 yılında dünya nüfusunun 8.6 milyar, 2050 yılında ise 9.8 milyar olacağını öngörüyor. Yapılan bir araştırmaya göre, 2050 yılında öngörülen rakamlarda dünyanın dört bir yanındaki insanların iyi beslenmeye erişimini kaybetmesi ile ortalama 500.000 kişinin yaşamını kaybedeceği düşünülüyor. Aynı zamanda günümüzün sorunlarından olan yetersiz beslenmeye oranla, gelecekteki insanların iklim değişikliklerin yol açtığı kötü beslenmeye dayalı iki kat daha fazla hayatlarını kaybetmeleri bekleniyor. Her ne kadar gelecekte tavsiye edilen miktarda kalori alsak da mikro besinler olmadan yiyecekler yeterince iyi ve yeterli değiller. Bazı tahminler ise, iklim değişikliğine adaptasyon yeterince gelişmediğinde, küresel verimin 2050 yılına kadar yüzde 30’a varan düşüş yasayabileceği yönünde. Dünya Gıda Güvenliği ve Beslenme Durumu raporuna göre, 2019 yılında yaklaşık 750 milyon insan ciddi seviyede gıda güvensizliği yaşadı. Yetersiz beslenen veya güvensiz gıdaya erişen insanların sayısı artıyor ve iklim şoklarının bunda büyük bir etkisi var. Acil önlemler alınmadıkça, iklim değişikliği gıda fiyatlarını daha da artıracak, gıda mevcudiyetini azaltacak, su ve verimli topraklar üzerindeki rekabet nedeniyle istikrarsızlığı ve çatışmayı şiddetlendirecektir.
Değişim için gereken adımları ŞİMDİ atmalıyız. Peki biz ne yapabiliriz?
Daha sürdürülebilir diyetleri benimsemek iyi bir başlangıç olabilir. Özellikle et tüketiminden uzaklaşmak sosyal ve kültürel nedenlerden dolayı zor olsa da, tarım sektöründen kaynaklanan sera gazı emisyonlarında %80’lik bir azalmaya yol açabilir. Çünkü et üretimi karbon ayak izimizi ve tarım arazilerini en çok etkileyen sektörlerin başında geliyor. Daha fazla tavuk ve balık yemek ve diyetimizde sığır eti ve kuzu etini azaltmak, daha sürdürülebilir bir şekilde yemek yemenin ve sağlığımızı iyileştirmenin kolay bir yoludur. Genel olarak et tüketimi azaltma veya daha iyisi tamamen yok etmek daha sürdürülebilir bir diyetin anahtarı olacaktır. Büyük miktarda su ve yem gereken et ve süt ürünleri bütün bir süreç olarak düşünüldüğünde sebzeler, tahıllar ve baklagiller gibi bitkilerden çok daha fazla karbondioksit oluşumuna sebep oluyor. Hatta daha kesin konuşmak gerekirse ortalama 1 kilogram etin karbon maliyeti 1250 kilogram karbondioksite denk geliyor. Bitki bazlı bir diyet ile, yılda 8 gigatona kadar karbondioksit üretimini azaltabiliriz. Sebzelerin, meyvelerin, tahılların ve bakliyatların diyetin kalbi olduğu yarı vejetaryen diyet olan fleksitaryan diyet köklü bir başlangıç için iyi bir yol olabilir. Bu beslenme biçimi tabağınızın dörtte üçünün bitkilerle dolu olduğu ve belki dörtte birinin hayvansal gıda içerdiği bir diyettir.
Tarımsal ormancılık, ekili arazilerde veya meralarda ağaçların yetiştirilmesi ve korunması dahil, çiftliklerde ek “karbon lavaboları” oluşturarak emisyonları azaltabilir. Çifliklerde daha iyi ve sürdürülebilir toprak yönetimi sağlanabilir. Toprak sağlığını koruyan sürdürülebilir tarım uygulamaları, kırsal nüfus için iklim şoklarına karşı önemli bir önlem sağlayarak çiftçilerin gelirlerini de artırabilir. Bu adımda bozulmuş ve terk edilmiş tarım arazilerinin de iklim fırsatları sunduklarını unutmamak lazım. Bozulmuş tarım alanlarının restorasyonu sadece emisyonu azaltmakla kalmaz, aynı zamanda toprak erozyonu ve heyelan riskini azaltabilir ve temiz su ve diğer kritik ekosistem hizmetlerinin kullanılabilirliğini geri kazanabilir.
Gelecekte besleyici yemeklere karşı oluşacak açlığımızı ve günümüzde besinlere verdiğimiz zararı düşündüğümüzde yaptığımız en büyük kötülüklerden biri de yemek israfı olsa gerek. Dünyada düzenli olarak gıdalarının yılda yaklaşık yüzde 30’u çöpe atılıyor. Bu oran başlı başına korkunçken yemek porsiyonlarını önceden planlayarak, kullanacağımız kadar malzeme satın alarak, kalan yiyecekleri paylaşarak veya başka tariflerle geri dönüştürerek, yiyecekleri doğru koşullarda saklayarak bu sorunu çözmeye birkaç adım yaklaşabiliriz. Aynı zamanda yerel ve doğaya saygılı üretim yapan üreticileri desteklemek her daim ilk seçeneklerimizden olmalı.
Gelecekte iklim değişikliklerinden doğacak dönüşümlerin yemek yeme alışkanlıklarımızı değiştireceğini öngörebiliyoruz. Doğaya verdiğimiz zararı geri almamız mümkün gibi gözükmese de belirli adımları şimdi atarak daha fazla zarar vermemeye özen göstermek, gelecek için pozitif bir etki yaratacaktır. Bizi zor bir gelecek bekliyor, daha da geç kalmamak için değişimi başlatmanın şimdi tam zamanı.