Deniz kıyısında oturuyorduk. “Şunun güzelliğine bak masmavi,” dedim.
“Mavi mi? dedi arkadaşım. “Açıkça mor bu deniz, görmüyor musun?”
O zaman anladım, haklıydı, algılarımız arasında fark vardı. Güneş batarken boyamıştı denizi. Lila ile mor arası yansımayı o söylemese göremezdim. Benim belleğimde deniz ya yeşildi ya mavi, ama arkadaşım ressamdı ve onun renkleri ayırt etme yetisi gelişmişti. Bana gözleri bozuk olan birkaç ressamdan söz etti. Örneğin; Modigliani’nin astigmat olduğu ve bu nedenle ince uzun boyunlu kadınlar çizdiği söylenirmiş. Ressamlar arasında en yaygın olanı yeşil, mavi körlüğüymüş. Uzmanlar Van Gogh’un mavi ile yeşili pek ayırt edemediği için bazı yerlerde hatalı kullanmış olabileceğini belirtmişler. Ancak ‘Starry Night’ (Yıldızlı Gece) isimli tablosunda görüntülediği olağanüstü gece manzarası göz bozukluğundan değil, o dönemde geçirdiği depresyon sebebiyleymiş.
Bizi duyan ama ancak gönül gözüyle görebilen körler dünyayı nasıl algılar? Ya sağırlar, kesin bir sessizliğin içinde yaşamakta olanlar. Yerinden kalkamayan bir yatalak ya da hapiste bir tutuklu, nasıl düşlere dalar? Ölmek üzere olduğunu bilmeden yaşamak için çırpınan bir canlının umuda tutunurken neler geçer aklından…
Oysa Sylvia Plath’ın bambaşka düşünceleri vardı. ‘Ölüm’ şiirinden alıntıladığımız iki dize bile onun bu konudaki düşüncelerini anlamamıza ışık tutacaktır.
Ölüm çok güzel olmalı
Yumuşak kahverengi toprakta yatmak
Ya da aynı konuya bir kez daha değindiği “Boyunayım” şiirinden birkaç dize…
Ve son kez uzanıp yattığımda bir gün
Ben asıl o zaman yararlı olacağım
O gün ağaçlar bana bir kez olsun dokunabilecek
Ve benimle ilgilenecek vakti olacak çiçeklerin.
Yaşadığımız dünyayı onun nasıl algıladığını tam olarak bilmesek de depresyon ve travmalar etkisinde geçen hayatını sözcüklere dökerek kendini anlatmayı denemiştir.
‘Ayna’ şiirinin son bölümünde şöyle der:
Onun için önemliyim, gelir ve gider
Onun yüzüdür her sabah karanlığın yerine geçen
İçimde genç bir kızı boğdu o benim ve içimde yaşlı bir kadın
Yükselir ona doğru berbat bir balık gibi günbegün.
Bipolar bozukluğu olan Plath, kaotik duygularını bize aktarabilen nadir sanatçılardan biridir. O mutluluğu ve mutsuzluğu aynı anda yaşamış ancak böyle yaşamak ağır geldiğinden ölüme sığınmıştır.
Ne yazık ki bu dünyaya sadece otuz yıl kadar katlanabilmiş Sylvia Plath’den, en az elli yıldır sürekli izlenen, türü belirlenememiş ve tek başına yaşayan başka bir canlıya değinmek istiyorum. Bu, bilim insanlarının ‘52Herz’ adını taktıkları bir balina. Ona en yalnız balina diyorlar çünkü sesi diğer balinalardan farklı bir frekansta. Diğerleri 12-25 frekans arasında haberleşirken bizimkinin frekansı 52 olduğundan onları ne duymakta ne de sesini onlara duyurabilmektedir. Nasıl ürediği bilinmemekte ve araştırılmaktadır. Arkadaşlarına katılıp onlarla birlikte gezemediğinden Pasifik Okyanusu’nda tek başına dolaşıp durmaktadır.
Ben de şu günlerde Antalya sahilinde tek başına dolaşıp duruyorum. Plaj çakıllı, deniz suyu ılık, sıcak aşırı. Ama ben bütün bunları seviyorum. Biraz önce sahilde oturmuş şarkı söyleyen kadınlara rastladım.
“İstanbul’u, İstanbul’u artık hiç sevmiyorum,” diyorlardı bağıra bağıra.
Yanlarına gidip sordum: “Neden?”
Başladılar sayıp dökmeye; kirliymiş, trafiği berbatmış, gürültülüymüş, aşırı kalabalıkmış ve daha neler neler…
“Lütfen öyle demeyin!” dedim. “İstanbul bu dünyanın en güzel şehridir. O vapurlar, o martılar, o kız kulesi, o saraylar, o camiler, o tepeler, o esinti, o yosun kokusu ve daha neler neler, saymakla bitmez inanın.”
Yanlarına çöktüm, karşılıklı bakıştık, gülüştük sonra.
“Yarın akşam gene geliriz, sen de gel” dediler. “Üsküdar şarkısını bilir misin, yarın onu söyleriz?”
“Kim bilmez, olur gelirim,” diyerek ayrıldım oradan.
Algı konusuna geri dönersek, sonuç olarak anladım ki, her bir canlı kendi yeryüzü algısını yaratmakta. Kısaca canlı sayısı kadar algı çeşidi var.