Bir ince basamak, bir basamak daha.
Toplam beş basamak.
Dördüncüye inip de bedeninin yarısını soğuk suda bulunca hafifçe ürperiyor.
Kaçınılmaz uzaklaşmaya, yok oluşa bir basamak daha.
Bacağını uzatıyor, parmak uçlarıyla son basamağı arıyor.
Bitti.
Şimdi bir başka kavuşma, buluşmanın bedensizlik hali…
Baş döndürücü bir güzellik. Sarıp sarmalayan, yokluğun doyumsuzluğunun duyularında patlayan lezzeti…
Ayrılışınsa yalnızca kopuş olduğunun coşkusu, ansızın ve telaşının heyecanı…
Şimdi bedensizlik şöleni.
Sayısız çokluktaki balıkların küresi hemen çırpıntısının ilişiğinde.
Kaçmıyorlar, dağılmıyorlar, kürenin dev bir yosun sepetinden daha çekici yanı o’nu aralarına çağırmaları ve bu ana sabır göstermeleri.
Düşsel kürenin içinde bedensiz artık.
Rengârenk pulları yok, dantel solungaçları da, pembe ağzı da yok, pörtlek sarı gözleri de… Kalbi onların ahenginde çarpıyor. Sonsuz küresel uyumda kocaman bir kâinat yukarılarda ışıldıyor.
Kabuğu yükseliyor, yükseliyor.
Önü ışığa, arkası derinlere dönük.
Işığı, bedensizliğin içinde bir kamçı gibi kendine saydam, yumuşak asası oluyor.
Renkler ayrışıyor bir yerlerde, şarkılar çınlıyor. Buğu ise; suyu çevreleyen dağları, tepeleri soldurmuş şakacıktan. Yoklarmış da varmış gibi süsleriymiş dalgaların…
Ninnisi kıyıda başlıyor mırıl mırıl. Cayırdayan kumlara ve cırcırböceklerine, dalları kıyıya inmiş çamın gölgesine, şıkır şıkır çakıllara dokuna sürüne süzülüyor.
İşte orası!
Tek hücreli zerre’den yeniden beden, yeniden kusursuz varoluş
…….
Annesine söylemeden sıvışmıştı kapıdan. Ayağındaki ev terlikleriyle oyuna koyulmuştu.
Ayaklarının çamurundan korktu, annesi kızacaktı şimdi.
İnşaatın yağmur suyuyla ağız ağıza dolu kireç kuyusuna bacaklarını sallandırıp temizlemeye koyuldu terliklerini.
Bir anda üzerindeki beli büzgülü beyaz elbisesi nilüfer çiçeği gibi açılıvermişti dibi sönmüş kireçle dolu maviye çalan yağmur suyu kuyusunun üzerinde.
Tam da bir çiçek gibiydi. Açılıvermiş taçyapraklarının üzerindeki sıska çelimsiz 6 yaşındaki beden. O kadar sahiciydi ki; saçlarının uzun örgüleri bile tüysü üreme duyargalarıydı sanki nazenin çiçeğin.
İşte şimdi bedeninden arınmıştı kireç kuyusunun yağmur suyu derininde.
Dünyalar kadar, okyanuslar kadar, göller kadar, denizler kadar, nehirler kadar sonsuzdu mavilik ve bedensizdi iki örgü saçıyla o.
…….
Dışarıda avazlarmış, feryatlarmış ne gam? Oynadığı arkadaşlarıyla kardeşleri annelerine yırtınıyorlardı, patır patır tırmanıyorlardı bir solukta merdivenleri, çığlık çığlığa haykırıyorlardı, kuyuya düşmüştü kardeşleri…
Rabuş da annesine bağırmıştı olanca çığlığıyla. Koşan koşanaydı inşaatın kireç kuyusunun başına.
Yaşamın tozunu saçan duyargaları saç örgüleri yoldan geçen adamın elindeydi şimdi. Bacaklarından tersyüz edilmiş sıska bedeni de öyle.
Tersten bakıyordu gri kasvetli yağmurun boyadığı günün ışığına.
Kendisini tuttuğu gibi kuyunun girdabından çıkartan adamın koyu renkli pantolonlu bacaklarının arasından görüyordu cennetini de cehennemini de…
Yeniden ışık, yeniden sesler, yeniden yaşam…
Ağzından istemsiz boşalan sularla tıkırdayan yüreği ve avaz avaz çığlığıyla.
“Yeniden ben geldim!”
……
Annesi sıcak suyla yıkıyordu mermerli banyoda önüne oturtmuş, onu.
Örgülerini de yıkıyordu.
Diyorlardı ki; Rabuş’un annesinin de aralarında olduğu komşular: iyice bir zeytinyağıyla ovmalısın bedenini, yoksa kireç sönmüş de olsa cayır cayır yakar, soyar, paralar tenini.
Işıldayan solgun teninin altında yeniden bedenleniyordu, mermer banyosunda kurnanın başında… Kimbilir nelere bedel.
Yine de… “İşte hayat!”