Yıl 1978, tahminen ekim ayı olmalı.
Taş merdivenlerden çıkıyor adam. Kapıyı çalınca kadın soruyor “Kim o?” diye. Adam olduğunu anlayınca kapıyı açıyor.
“Niye geldin?” diyor kadın.
“Büyük oğlanı rüyamda gördüm, balkondan düşmüştü dayanamadım, merak ettim ilk otobüsle geldim,” diye cevap veriyor adam.
Muhtemelen sabah ve muhtemelen Kaynartepe Mahallesi 9. Sokak güneş almıyor daha. Dışarıda evlerin penceresinden yansıyan ufak tefek çizgiler hariç…
“Çocuk iyi, biz iyiyiz gördün işte. Sen buradayken her an alıp götürecekler seni diye korkuyorum,” diyor kadın.
“Ben kaçarak yaşayacak insan değilim,” diye cevap veriyor adam ve ekliyor “babamı öldürdükleri yetmezmiş gibi üstüme kendi suçlarını yıktılar. Ben gidiyorum mademki bu cezayı çekeceğim, bari onlardan birini vurup gerçekten hak olanı yatayım.”
“Ne saçmalıyorsun” diye çıkışıyor kadın, içeride yatan çocukları işaret ederek “beni düşünmüyorsan bunlar için dön Ceyhan’a,” diyor.
Adam bu süre içinde kahvaltı da yapıyor. Gelirken elinde ekmek olması pek muhtemel.
Bu konuşmaların üzerine adam kalkıyor, belindeki silahı kontrol ederek kapıya yöneliyor. Açık renkli sacdan kapının önünde durup kadına dönüyor ve kadının karnını işaret ederek, “Ben gidiyorum, bir gece ablamda kalıp dönerim Ceyhan’a. Olur da dönemezsem karnındaki çocuk erkek olursa ona benim adımı koyarsın,” dedikten sonra ayakkabısını giyip muhtemelen hâlâ güneşin vurmadığı Kaynartepe Mahallesi 9. Sokak’ta yürümeye başlıyor.
Öğleden sonra kadın dikiş makinesinin başında bir şeylerle uğraşıyor. Belki de bir sonraki gün olmuştur. Bilinen tek şey Kaynartepe 9. Sokak’tan güneş en az bir defa geçiyor iki zaman arasında.
Haber geliyor ki adam ölmüştür.
Kadın yedisi kız, dokuz canlı biri karnında on çocukla yasına başlıyor. Bu yas ne üç günde bitiyor ne yedi ne kırk ne de yirmi yılda…
Mutfağa küsüyor o günden sonra kadın. Bir daha ne yemek pişiriyor ne çamaşır yıkıyor ne de bulaşık. Çocuklar kendi aralarında her evlenenin yerini dolduracak şekilde çalışarak çekip çeviriyorlar evi. Kadının yası bitmiyor. Üstelik artık bir düşman sahibi o. Kocasının katili… Yine de kan gütmüyor ve güttürmüyor. Kadın on çocukla mahkeme kapılarında arıyor adaleti. Mahkemeler ağır aksak bir karar veriyor.
Kadın bakkal işletiyor. Adamdan kalan evlerin iyi olanlarını kiraya verip, kendisi çocukları ile birlikte en alttaki en küçük evde oturuyor. Çocukların yaşaması, çocukların yaşlanması, ailenin büyümesi için çalışıyor.
Olur mu olur… Katil firar ediyor hapisten. Jandarmaya ihbar ediyor kadın. Jandarma ön kapıdan girerken katil arka kapıdan kaçıyor. Katili koruyan toprak ağası aynı zamanda belediye başkanı tarafından korunmaktadır.
Olur mu olur.
Yok, artık bu hikâyeyi tarafları başkasıymış gibi yazamıyorum. Bu olmuyor işte!
O kadın benim anneannem. On çocuğu, kırk torunu, on damat ve gelini yetiştiren kadın. Hikâyeyi anlatmak için ağlamamı kesebilseydim o belediye başkanına nasıl posta koyduğundan, hiçbir çocuğunu suç örgütlerine ve terör örgütlerine kaptırmadığından falan bahsetmeye çalışacaktım.
Anneannem hayatımda gördüğüm en güçlü kadın diyordum hep. Ben hayatımda ondan daha güçlü insan tanımadım.
Ne yazsam yetmiyor.
Ne yazsam eksik kalıyor.
OLMUYOR.
Bodrum’daydım.
7 Temmuz’u 8 Temmuz’a bağlayan gece, İstanbul’a, sabahki duruşmaya gitmek üzere geliyorum. Bodrum’daki işleri orada kalan arkadaşıma emanet edip dönüşü de planlamıştım oysa. Zira Bodrum’daki işler henüz bitmemiş olmakla birlikte bir sonraki haftaya sarkacağı da aşikârdı…
Sabah iki saat kestirebiliyorum sadece. Dokuz buçukta duruşmasına yetişmek için taksiye biniyorum. Gecikme mazeretimi mahkemeye bildirip yarım saat daha ek süre istiyorum. Aramaz ya, en küçük ablamın arayası tutuyor. Açmam ya, açasım tutuyor. Saat tahmini 10.10. Kuvvetle muhtemel Çağlayan altgeçide giriyor taksi.
“Neredesin?” diyor ablam.
“İstanbul’dayım. Acil bir şey varsa söyle adliyeye yetişmeye çalışıyorum,” diyorum. Telefonu bir an önce kapatmak isteği ile.
“Anneanne” diyor ablam.
O susmuyor, cümlenin gelişine devam ediyor. O nefessiz kurulan iki kelime arası, kötü haber vermesin diye dua ediyorum.
“Gitti” diye tamamlıyor araya nefes dahi koymadan.
Ömrünün en güzel yılları adalet arayışında geçmiş anneannemin vefatını adliyeye giderken öğreniyorum. Duruşma adli yardım duruşması, ne yerime girmesi için birinden ricacı olabiliyorum ne de duruşmaya girmemeyi düşünebiliyorum.
Çalışma arkadaşım girme diyor duruşmaya. Ben girebilirim senin yerine diye de teklif ediyor.
Hâlâ o duruşmada ne oldu hatırlayamıyorum.
Bilet bakmaya başlıyorum.
Diyarbakır’a yetişmem gerekiyor.
Diyarbakır’a bilet bulunamıyor.
Diyarbakır’ın komşularına bakıyorum. Ne Mardin ne Batman ne Elazığ ne Bingöl… Zar zor bir sonraki günün sabahına Urfa’ya bilet bulabiliyorum.
Devlet erkânı hasbelkader Diyarbakır’da. Herkes ona yoruyor bilet kıtlığını.
Ne cenaze namazına ne de defne yetişebiliyorum.
Bana Bağlar’daki yıllar kalıyor.
Bana Diclekent’e taşındıktan sonraki anılar kalıyor.
Bana lise yıllarımda metropoldeki evindeki anılar kalıyor.
İstanbul’a tedavi için geldiğinde birlikte geçirdiğimiz son güzel günlerle birlikte… Sonra öğreniyorum bundan yirmi yıl önce yine İstanbul’a geldiğinde, bugün oturduğum sokakta bir tanıdık ziyaretine geldiğini.
Sığınağımdı benim. Annem ve babamla bile kavga etsem ona sığınıyordum.
Bugün sığınaksız kaldım. Bugün hâlâ ağlıyorum.
Eşi benzeri var mı artık aramıyorum ki… Objektif olarak idrak edebiliyorum ki benzeri mümkün değil. Çok fazla hikâyesi var. Hatırladıklarımın izini sürüyorum. Hatırlamadıklarımı ve bilmediklerimi öğreniyorum. Bizim sülalenin lideri olduğunu gittikten sonra idrak etmiyorum ama gittikten sonra hatırladıkça ağlıyorum.
Hakkında yazacak çok şey var.
Anaydı o bizim için.
Herkesin anasıydı.
Herkese analık yapmıştı. Belki bir başka zaman gözyaşlarım olmadan hikâyelerini daha iyi anlatabilirim. Ama bu yazıya oturduğumda anlıyorum ki o gün bugün değil.
Mümkün değil anlatamıyorum. Zira yas bitebilen bir şey değil. Çünkü liderler de liderlerin acısı da unutulmuyor. O bizim liderimizdi…