1990 yılında Dersim’de doğdum. Öğretmenim ve şu an İstanbul’da yaşamını sürdürmekteyim.

Göz alabildiğine düz bir ova. Ovanın ortasında sakin akan bir nehir. Çiçeklerle dans eden balarıları, kelebekler, yemyeşil ağaçlar. İkisi de çok mutlu. Gülümsüyorlar birbirlerine. Aldıkları her nefeste çiçek kokuları ciğerlerine doluyor. Güneş ışığı gözlerini kamaştırıyor Nazlı’nın. Nazlı siyah saçlı, beyaz tenli, elma yanaklı. Dişleri inci, dudakları kiraz, kaşları yay, kirpikleri ok güzeller güzeli genç bir kadın. Henüz yirmilerin ortasında. Annesinin gözbebeği. Başı annesinin dizlerinde öylece sohbet ediyorlar. Annesi saçlarını okşuyor kızının. ‘’Nazlım’’ diyerek seviyor. Öyle güzel dökülüyor ki bu sözcük annenin ağzından: “Nazlım.” Bu manzara hiç bozulmadan sürüyor, günlerce hatta haftalarca. Belki de aylarca Nazlı kızının saçlarını okşuyor bir anne.  Nazlı şarkı söylüyor. Onun şarkısının bittiği yerde anne bir masal anlatmaya başlıyor. Sıcacık, sevgi dolu bir zamanı yaşıyorlar birlikte. Derken bir ses duyuluyor uzaktan. Korkunç, buyurgan, yüksek perdeden bir erkek sesi:

– Mustafaaa!

Ses ikisinin de irkilmesine sebep oluyor. Birbirlerine bakıyorlar anne kız. Annenin gözlerinde korku var. Nazlı’nınkilerde bir güvercin tedirginliği. Hemen toparlanıp ayağa kalkıyorlar. Az sonra yine aynı ses ama bu kez daha yakından:

– Mustafaa!

İkisi de telaşlı. Ne yapacaklarını bilmiyorlar.

Anne:

– Kaç burdan. Hemen git.

– Nasıl?

Anne panik içinde, hızlı hareketlerle etrafı kolaçan ediyor hemen. Sonra kollarıyla sarıp nehrin güneşte parıldayan sularına bırakıyor Nazlı’yı. Nazlı yüzmeyi bilmiyor. Suyla doluyor ciğerleri. Öksürüyor. Durmadan öksürüyor. Soluksuz kalıyor. Kusmak istiyor. Ellerini, kollarını can havliyle indirip kaldırıyor. Çırpınıyor. Ama nafile. Boğulacak. Suyun derinliklerine doğru batıyor. Kalan son gücüyle annesine bağırıyor:

– Anneeee! Gitmek istemiyorum. Anne kurtar beni ölmek istemiyorum anneee!

Anne ağlıyor sonra o da atıyor kendini nehrin sularına ve batıyor. Ama ses susmuyor. Yankılanıyor bir kez daha yeşil ovada. Ağaçların, tepelerin, çiçeklerin üstünden geçip nehrin sularına karışıyor:

– Mustafaaa! Seni öldürecem ulan ibne!

Tarlabaşı’nda döküntü bir ev. Evin perdesiz, halısız, karanlık ve nem kokan arka odası. Odanın içinde bir çalar saat adeta çığlık atıyordu. Yarı uyur yarı uyanık yattığı kanepeden doğruldu, saatin üstündeki düğmeye bastı. Çığlık sustu. Elleriyle yüzünü kapadı. Sonra derin bir “Oh”’ çekti. Yine aynı kâbusu görmüştü. Sehpaya uzanıp üstündeki paketi aldı. İçinde son iki sigara vardı. Birini yaktı. Çakmağın ateşiyle oda aydınlandı. Bir nefes çekti sigarasından, öksürerek dumanı geri üfledi. Canı sıkıldı, acaba annesi iyi miydi? Arasa… Yok arayamazdı. Biraz daha düşündü ama hayır hayır arayamazdı. Musa’yı arasam mı diye geçirdi aklından, kardeşini. Numarası aklındaydı ama nasıl arayacaktı? Ne diyecekti? Bunca olandan sonra. Hem kardeşi konuşur muydu onunla?

“Musa… Daye* nasıl, iyi mi? Çok özledim Musa. Bir kere sesini duyayım uzaktan. Rüyamda onu görüyorum kaç gecedir. Benim aradığımı söyleme ama. Kimseye söyleme ne olur. Ben iyiyim. İyiyim iyi. Musa söyleme kimseye. İyi bir iş buldum artık orda çalışıyorum. Markette, kasada. Eh kazanıyorum işte biraz. Her şey yolunda mı Musa? Anneme iyi bak, kendine iyi bak abe kurban. Musa seni özledim” dese dinler miydi kardeşi?

Dinledi.

– Daye hasta. Çok hasta. Ölecekmiş. Öyle diyorlar. Seni sayıklıyor hep. ‘Mustafam’ diyor. ‘Nazlı Mustafam’. Yanına gelen herkesi sen sanıyor.

– …

– Abe gelemezsin biliyorum. Sen artık buralara gelmezsin de annem hep seni soruyor. Söylemedim ama. ‘Kız gibi olmuş’ demedim. Yüzüne boya sürdüğünü, karı gibi giyindiğini söylemedim. Valla söylemedim. Sözümü tuttum. ‘Çok aradım da bulamadım’ dedim.

– …

– Bi de annem dedi ki: ‘Hakkım helal olsun’ dedi. ‘Mememden emdiği süt gibi ak, tertemiz olsun ömrü’ dedi.

– …

Nazlı telefonu kapadı. Daha fazla dinleyemedi. Dağılmış, altüst olmuştu. Sanki dünya bütün ağırlığıyla onun omuzlarındaydı şimdi. Kıpırdamadan kaldı oturduğu yerde. Annesini düşündü, onu son görüşünü hatırladı. Bir daha göremeyeceğini bilse daha sıkı sarılırdı. Anıların içinde kayboldu. Bu şekilde ne kadar zaman geçti bilinmez kendine geldiğinde elindeki sigara sönmüş, külleri kanepeye dökülmüştü. İzmariti yere attı. Uzanıp paketi aldı yine sehpadan. Son sigarasını yaktı. Öksüre öksüre içti. Bitince, çakıldığı yerden kalkıp makyaj masasına, aynanın önüne geçti. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Ama o; uzun, takma kirpiklerini taktı hiçbir şey olmamış gibi. Gözlerine far sürdü, fondöteni yüzüne iyice yedirip, yanaklarını cırtlak pembe bir allıkla tamamladı. Aynaya biraz daha yaklaşıp kırmızı ruju ile dudaklarında gezindi. “Fakat kim bu aynadaki? Hangisi?”

Kısa bir duraksamadan sonra hazırlanmaya devam etti ve son olarak aynanın yanında duran peruğu alıp başına geçirdi. Bir iki çekiştirdikten sonra kafasına güzelce yerleştirdi. İşte şimdi oldu. Çok güzel görünüyordu. Harika bir maskeyle yüzündeki biçimsiz kederi, gözyaşlarını gizlemeyi başarmıştı.

Saat kaç acaba? Randevusuna gecikmemeliydi. İyi para alacaktı bu geceden. Saate bakmak için telefonu eline aldı. Ekranda bir mesaj. İsimsiz numaradan gelmiş. Şöyle bir baktı, numarayı tanıdı. Musa. Mesajı açmadı, okumadı. Okuyamadı. Buna artık gücünün yetmeyeceğini düşünüyordu. Savaşmaktan da, kaçmaktan da, kaçtıklarıyla yüzleşmekten de çok yorulmuştu. Kısa bir süre yaşadığı bu gelgitten sonra sil tuşuna basarak telefonunun gelen kutusunu temizledi ve telefonu çantasına attı. Kırmızı topuklu ayakkabılarını ayağına geçirip odadan koşar adımlarla çıktı.

* Daye: Kürtçede anne.