Arabamız yokuşu hırlaya zırlaya çıkıp düzlüğe ulaştığımızda önce köyümüzün uçsuz bucaksız ekin tarlaları, yemyeşil üzüm bağları ve uzaktan, tek tük evleri görünürdü. O an, yola çıktığımızdan beri içimde kaynayıp duran mutluluk kazanı köpürür taşardı. Bu denli mutlu olmamın sebebi, yalnızca babaannem ve dedemi görecek olmam değildi elbette. Birkaç hafta da olsa köyde kalacak olmamdı. Çünkü köy benim için doyasıya çocukluk, doyasıya özgürlük demekti. Çıplak ayakla toprağa basmak, kırlarda koşup yuvarlanmak, avucuma kaya yosunlarından kına yakmak, eteklerimi toplayıp korkusuzca ırmağa dalmak, kıyıdan avuç avuç çakıl taşı toplamak, ağzımı pınara dayayıp kana kana su içmek, ağaca tırmanmak, dalından kopardığım papaz eriklerinden dişlerim kamaşıncaya kadar yemek; kuş cıvıltısı, tırtıl sükûneti, kertenkele telaşı, kelebek zarafeti, iğde çiçeği kokusu,… demekti.
Karşımızdaki çıplak dağlara doğru dümdüz giden asfalt yoldan sağa, toprak yola saptıktan üç beş kilometre sonra Kızılırmak’ın ortadan ikiye ayırdığı köyümüze gelmiş olurduk. Köyün girişinde kıyılarını iğde, söğüt ve kavak ağaçlarının süslediği ırmağın bu tarafında, sırtını dik yamaçlara dayamış kimi tek katlı kimi nispeten gösterişli iki katlı, eski taş evler vardı. Artık, içinde kimsenin yaşamadığı bu evler bana, üstlerindeki deriyi çekip alsan kuru bir iskeletle karşılaşılacakmış gibi görünen başıboş yılkı atlarını hatırlatırdı hep. Sahipleri tarafından yıllar önce birer ikişer terk edilerek kendi hâllerine bırakılan bu evler de, tıpkı yılkı atları gibi, çetin kış şartlarına ve doğadaki diğer tehlikelere karşı direnebilmek için dip dibe, birbirlerine sokulmuş vaziyette dururlardı. İçlerinden bazılarının gelecek yaza kadar daha fazla ayakta duramayarak oldukları yere sessizce çökmeleri işten bile sayılmazdı. Onların, ırmağın karşı geçesindeki yeni evlere feri yitmiş karanlık gözlerle bakarken eski mesut günlerini hasretle yad ettiklerini düşünür, hâllerine üzülürdüm. Fakat hayalimin yılkı atlarını arkamızda bırakıp, babaannemin anlattığına göre, babamın askere gittiği sene baharda iyice kuduran Kızılırmak’ın azgın sularının yarısını alıp götürdüğü, yarım kalmış eski taş köprünün yüz elli iki yüz metre aşağısına yapılan demir ayaklı, demir korkuluklu taze köprüye arabamızın tekerleri bastığında üzüntüm, yerini kavuşma heyecanına bırakırdı birdenbire. Çünkü üzerinden geçtiğimiz yeni köprünün az ilerisinde babaannemlerin evi vardı.
Açık mavi boyalı, demir avlu kapısından içeri adımımızı atar atmaz karşımıza ilk, saçakları yerleri süpüren büyük salkım söğüt çıkardı. Kapının gürültüyle açılıp kapanmasından ürken serçeler; dedemin, altına at arabasını bıraktığı az ilerideki karadutun dallarından hep birlikte havalanır, avluda eşelenen tavuklar yaygarayı kopararak sağa sola kaçışırlardı. Genellikle ikindiüzeri gerçekleşen bu kavuşmalarımızda, yazıdaki yabandaki işlerini bitirmiş olan dedemi, evin önündeki asmanın gölgesine serdiği yer minderine uzanmış dinleniyor; babaannemi ise ya tandırevindeki ocağı yakmış, yemek pişiriyor ya sabah işe erken gittikleri için yıkamaya fırsat bulamadığı süt kazanlarını külle ovuyor ya önceden kesip biçtiği eski kıyafet parçalarını yorgan iğnesiyle birbirine uluyor yahut da başka bir işle uğraşıyor bulurduk. Dedeminkinin aksine gün tükenir, babaannemin işi hiç tükenmezdi. İşçi karıncalar gibi, daha birini bitirmeden diğerinin telaşına düşerdi. Fakat bizim geldiğimizi görünce işini gücünü bırakır, önce beni ve o sıralar henüz bebek olan kardeşimi yumuşak bağrına bastırırdı sıkı sıkı. Köy kokardı babaannem; alın teri, odun ateşi isi, yeni mayalanmış peynir, çapa vurulmuş toprak, taze biçilmiş çayır kokardı.
Kavuşma telaşımız bittikten sonra işlerinin bir kısmını anneme devreden babaannem, diğer kısmını da kendi yapmaya devam ederdi. Bir yandan da benim gönlümü hoş tutmaya çabalardı. Bu, onun için hazların en büyüğüydü zannımca. “Kayıtevinde, köşedeki küpün içinde badem var. Hadi iki avuç al gel de kır, kızım. Bükten salatalık topladıydım sabahleyin, heybenin gözünde. Ekmeğine tereyağı süreyim acıktıysan, seversin sen. Folluktan yumurta getir de sana salçalı yumurta yapayım,” gibi sözleri sık sık duyuyorum ondan. Bıkmadan usanmadan tekrarlıyor bu ve benzeri sözleri. Ben de bıkıp usanmıyorum onun bu ilgisinden, hiç sıkılmıyorum. Beni herkesten, bütün torunlarından daha çok seviyor, biliyorum. Ben de onu seviyorum.
On beş yaşında evlendirilmiş babaannem dedemle. “Bir akşam dedenin anasıyla babası geldiler, birer fincan kahve içtiler. Yatsı geçesiye kadar oturdular, sohbet ettiler babamgille. Daha el kadar çocuğum. Neye aklım erer? Mahleci geldiler sandım. Meğersem beni babamdan istemişler, o da vermiş. Ertesi gün ‘Seni Ismayıl Emmi’nin küçük oğluna nişanladık,’ dedi anam. Söz söylemeye hakkımız mı var? Bir şey diyemedim, büktüm boynumu. Tam iki sene nişanlı durdum. Deden askere gitmeden üç ay önce, güzün, düğünümüzü tuttular. Sırma işlemeli, yeşil bir entari, başımda pullu al bir duvak. Boynum dolu altın, kolum dolu bilezik. Kız idim, gelin kız oldum; gelin idim, ana…” diye anlatırdı bazen. Hayat onu erken olgunlaştırmış, vaktinden erken yaşlandırmıştı. Babam onun en küçük çocuğu. Ondan önce birer ikişer yıl arayla beş kızı olmuş. Ne zaman doğup ne zaman büyüdüklerini anlayamadan hepsini tıpkı kendi gibi küçük yaşta evlendirmişti. Daha anneliğin, evlat sevgisinin ne olduğunu anlayamadan birer ikişer torun torba sahibi olmuştu. Belki beni bu kadar sevmesinin, annemden çok, nazıma oynamasının sebebi buydu. Kendi çocuklarına gösteremediği sevgiyi, ilgiyi bana gösterip anneliği bende tatmaya çalışıyordu. Soruyorum. “Babaanne, sen kaç yaşındasın?” Gözlerini bir meçhule saplıyor. “Bilmem ki, kızım. Anamdan doğdum doğalı yaşıyorum işte, yaşamaz olaydım! Ben yaşlandım artık, kızım, yaşlandım. Küçük değilim a, ellimde varım!” diyor. Gözlerini, sapladığı bilinmezlikten yavaşça söküp devam ediyor. “Anam rahmetlinin ekin tarlasında tutmuş sancısı, eve eşek sırtında gücün yetiştirmişler. Babam nüfusa ne vakit yazdırdıysa bilmem. Bir de nüfus dairesi yandıydı, ilçeden gelip tüm köyü tek tek bir daha yazdıydılar. Nüfus cüzdanı mı gördüm, kızım?” Üzülüyorum söylediklerine. Özellikle “Yaşamaz olaydım,” sözü iğne olup batıyor canıma. Üzüldüğümü anlıyor. Nasırlı elleriyle saçlarımı sıvazlayarak beni teselli ediyor. Taze kına kokuyor elleri. Çatlakları gitsin diye ellerine ve ayaklarına kına yakardı babaannem. Saçlarına da yakardı. “Sevap olur, kızım,” derdi. Arife akşamları benim ellerime de yakıyor. Parmaklarımı, tek tek elimin içine bolca sürdüğü kınanın üstüne kapattırıp “Sakın açma yoksa kınan iyi tutmaz,” diyor. Yer döşeğinin içine uzanıp sımsıkı yumuyorum avucumu. Babaannem, çaputla sarıp bağladığı kınalı ellerimi dışarıda bırakıp üstüme kendi elleriyle oyulgadığı yorganın iri pembe çiçeklerini yavaşça çekiyor. Gözlerimi kapatıyorum. İçimde sabırsız bir serçe, uçmak için çırpınıp duruyor. Sabahleyin dedem ve babam bayram namazına gitmeye hazırlanırken erkenden uyanıyorum. Annem ocağın başında, elleri büsbütün hamur. Kardeşim mışıl mışıl. Babaannem avluyu su serpmiş süpürüyor, bayramcı gelenlere ayıp olmasın. Yanına koşuyorum, şalvarını çekiştiriyorum. Elindeki çalı süpürgesini olduğu yere bırakıyor. Ellerimde bağlı çaputları çözüyor. Kınam kurumuş, çatlamış, ters çevrilmiş kahve fincanındaki telve gibi yol yol. İçimdeki sabırsız kuş yine çırpınmakta. Dedemle babamın abdest aldığı güğümde kalan suyu ellerime döküyor. Yaşasın, kınam tutmuş! Babaannem, kırmızı buruşuk ellerimi dudaklarına götürüp öpüyor, kokluyor. Kuş, kanat vuruyor mor dağlara doğru.
Hava kararmaya yakın, köyde önce karıncalar, ardından kuşlar çekilirdi yuvalarına. Gündüzün aksine sadece kanat sesleri duyulurdu kuşların. Çok geçmez, köyün inek sürüsü inerdi yamaçtaki dağ yolundan. Onlarca inek, dolgun memelerinde yorgunluklarıyla birlikte biriktirdikleri sütle, sanki dünyayı boynuzlarında taşıyormuşçasına ağır ağır tutardı evlerinin yolunu. Bizimki de gelir, burnunu avlu kapısının üstünden uzatarak kesik kesik mölerdi. Orada olduğumuz günlerde ineği avluya almak benim, önüne saman döküp sağmak annemin işi. Dedem sedire oturmuş, eli şakağında, pencerenin önündeki radyodan türküler dinliyor. Gide gide bir söğüde dayandım / o söğüdün allarına boyandım / ben o yâre dağlar kadar güvendim / güvendiğim dağlar elime geldi.
Yemeğe önce dedemin oturmasını bekliyoruz. O, sofraya besmeleyle diz geldikten sonra biz de birer ikişer diziliyoruz sininin etrafına. Hiç konuşmuyoruz. Ben yanılıp konuşacak, gülecek olsam, dedem gözlerini ağartarak “Sofrada konuşulmaz,” diyor, “Allah taş eder.” Suçlanarak susuyor, başımı önüme eğiyorum. Kimseden çıt çıkmıyor, herkes kaşığını sininin ortasındaki büyük emaye tabağa sessizce daldırıp çıkarıyor. Dedem karnını doyurduktan sonra, ağzını sofra bezine silip hepimizin duyacağı şekilde “Ya Rabbi, çok şükür!” diyerek kalkıyor sofradan. Kapının girişindeki duvarda asılı ceketini sırtına atıp dışarı çıkıyor. Avlu kapısının şangırtısından anlıyoruz kahveye kâğıt oynamaya gittiğini. Her akşam gidiyor. Ardından babam da çıkıyor. Ama o, kahveye gitmiyor, avludaki kuru ağaç kütüğüne oturup sigara tüttürüyor efkârlı efkârlı. Onun derdi başka. Şehri hiç sevmiyor; çift sürmeyi, bağ budamayı, koyunu kuzuyu, kurdu kuşu, börtüyü böceği seviyor. Fabrikadaki işinden ayrılıp köye temelli dönmeyi istiyor. Sümerbank’ta çalışıyor babam. Bebek mavisi, bebek pembesi, bebek sarısı havlular üretiyorlar. Vardiyalı çalışıyor. Bazen gündüzcü bazen gececi oluyor. İzinli olduğu günlerde arabanın taksitlerini ödemek için başka işlere koşturuyor. Anadol marka arabasının kasasına yüklediği meyve ve sebzeleri köy köy, kasaba kasaba dolaşarak satıyor. Bazen de çanak çömlek dolduruyor arabasının arkasına. Hep yorgun, hep uykusuz, hep düşünceli. Bazı akşamlar annemle tartışıyorlar. “Köye dönelim,” diyor babam, “Arabayı satar borcunu kapatırım. Fabrikadan alacağım tazminatla büyüğünden bir traktör alırım, sarı olanından. Tarlaları bütün arpa buğday ekerim. Ağıla da sekiz on tane koyun tıkarız, ne zamandır boş duruyor. Birkaç seneye kalmaz bizim de Bahtiyar dayınınki gibi koca bir sürümüz olur, oh mis! Köy gibisi yok valla, kafan rahat.” Annem “Dönmem!” diyor. “Bu çocuklar ne olacak? Büyüğü seneye okula başlayacak. Ben bu saatten sonra dönmem köye möye. Tatillerde gidiyoruz ya işte, neyine yetmiyor?” Ben küçük halamın Almanya’dan getirdiği, gözleri açılıp kapanan naylon bebekle oynuyorum. Sobanın üstündeki güğüm fokurdamaya başlıyor. Annem hâlâ söyleniyor. “Dönmem, ölürüm de dönmem.” Bazen köyde de şahit oluyorum böyle konuşmalara. Bu defa dedem karşı çıkıyor babama. Kaşlarını çatıyor piyade tüfeği gibi. “Evladım, gül gibi işin var fabrikada. Köye dönüp ne yapacaksın? Ektiğin diktiğin para etmiyor eskisi gibi. Tohumu, ilacı, gübresi… Harcı bokunu ödemiyor. Köylünün kepazeliğini görmüyor musun? Fırsatını bulan, şehre kaçıyor. Sen kaynına yat kalk dua et. Seni fabrikaya işe sokana kadar göbeği çatladı Iramazan’ın. Sakın ha, aklına uyup işinden çıkayım neyim deme! Külahları değişiriz,” diye çıkışıyor. Sigara paketini elinin yanına vurup bir sigara çıkarıyor, yakıyor. O sıra babaannem giriyor lafa. Başıyla, kardeşimle benden tarafı gösterirken “Baban haklı, oğlum! Köyde ne var? Kendine acımıyorsan şu çocuklara acı. Hiç değilse onlar okuyup kurtulsun,” diyor. Onun neden “Kurtulsun,” dediğini çocuk aklım almıyor. Babam itiraz edemiyor. İç geçiriyor, çaresizce boynunu büküyor. Dışarı çıkıyor, bir sigara da kendi yakmak için. Böyle zamanlarda dayıma kızıyor içinden. Diliyle dişinin arasına kallavi küfürler sıkıştırıyor.
Akşamın ilerleyen saatlerinde en sevdiğim şey masallar. Sonunda hep iyilerin galip geldiği, babaannemin masalları. Babaannem anlatmaya başlıyor. Bir yanda ağaç yaprakları, bir yanda cırcır böcekleri, hışır hışır, cırr cırr. “Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal iken, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken memleketin birinde bir bey oğlu yaşarmış.” Merakla dinliyorum üç turunç masalını. Hiç soru sormuyorum. Başımı yavaşça koyuyorum babaannemin kucağına. O, tatlı tatlı anlatıyor. Bey oğlu, süt beyazı atına atlayıp Kafdağı’na gidiyor. Peri kızının zorla tutulduğu kulenin bahçesine geliyor. Kapıda bağlı atın önüne ot, itin önüne et atıp kuleye gizlice giriyor. Peri kızını kurtarıp atının terkisine bindiriyor. Dörtnala koşturuyor atını ormanın derinliklerine. Masalın sonuna doğru göz kapaklarım kurşun taşı gibi ağırlaşıyor, tepemde yuvarlanıp duran dolunayın üstüne usul usul kapanıyor.
***
Avludan içeri giriyoruz. Salkım söğüt kurumuş, karadutun dallarındaki serçelerin keyfi yok. Asmanın yaprakları çil çil büzüşüp kalmış, külleme. Tandırevinin toprak damını ot basmış. Süt kazanları eski yerinde ters çevrili, hepsi pas tutmuş. Babaannem güz güneşine karşı oturmuş, kemiklerini ısıtıyor. Hiçbir iş yapmıyor, hiçbir telaşı yok. İçini bilmiyorum. Bizi görünce yüzü aydınlanıyor birden, gözlerinde şafaklar atıyor. Yerden destek alarak ayağa kalkıyor. Eli belinde, bize doğru birkaç adım atıp duruyor, yanına gelmemizi bekliyor. Yanına varıyoruz, eskisi gibi candan ciğerden sarıyor bizi ayrı ayrı. Pencerenin önündeki radyo suskun, dedem yok. On üç sene önce karlı bir kış günü toprağa verdik dedemi.
“Seni götürmeye geldik,” diyor babam. Babaannem “Yok,” diyor, “Gitmem, ben gitmem apartman katına. Ne yapacağım orada? Bura düzayak, tam bana göre. Kendi kendimi idare ediyorum işte.” Babam ısrar ediyor. “Yanımıza gel. Burada daha ne zamana kadar duracaksın böyle bir başına? Aklım hep sende kalıyor, ana! Hem bak, gözlerin eskisi kadar iyi görmüyor. Dizlerinin de sızladığını söylüyorsun kaç zamandır.” “Sen benim öyle dememe bakma, oğlum. Allı yeşilli gidecek değilim ya öbür tarafa! Anam rahmetli, neredeyse benim yaşımdayken öldüydü de doktor yüzü görmediydi. Isırgan otu biçerim ırmak kenarından, sardım mı geçer, ağrım sızım kalmaz.”
Ben hiç konuşmuyorum, oturuyorum babaannemin dizlerinin dibine. En büyük halam öldüğünden beri -on senedir- kına yakmadığı ellerini ellerimin arasına alıyorum, öpüyor öpüyorum. O, masal anlatmıyor. Babam artık köye temelli dönmek istemiyor. Homurdanarak bir traktör geçiyor evin arkasındaki yoldan. Tozu dumana katıyor. Babaannem sayıklar gibi söyleniyor hâlâ. “Ben gitmem apartman katına. Ne yapacağım dört duvar arasında, mapus gibi!”
***
Geçen hafta doksan dört yaşında öldü babaannem. Yıkandı, kefenlendi. Avluda bekleşen köyün erkekleri, ellerindeki sigaraları atıp babaannemin salını omuzladılar, götürüp eski taş köprünün başındaki musallaya bıraktılar. Köyün genç imamı önce helallik istedi cemaatten, ardından hatun kişi niyetine namazını kıldırdı babaannemin. Köyde kadınların musallaya da, mezarlığa da gitmesi hoş karşılanmaz ama ben -ne de olsa artık pek bizim köyden sayılmam- arkasından gittim babaannemin. Onu hiç yalnız bırakmadım. Cenaze namazını da, mezara dikkatle yerleştirilip üstüne kürek kürek toprak atılışını da uzaktan seyrettim. Ağlamadım fakat düğüm düğüm oldu boğazım. İçimden, “Babaanne! Ziyaretine her gelişimde, ‘Kızım, Allah beni unuttu dünyada! Dedeni aldı, hepsi benden küçük bacılarımı, kardaşlarımı aldı, -halalarını- Ümmühan’ımınan Fadime’mi bile aldı. Yaşıtımı, yârenimi koymadı dünyada, bir beni unuttu. İyice elden ayaktan düşürmeden, Allah beni de yanına alsa!’ diyordun ya, bak, seni de aldı.” diye geçirdim. Ardından dua eder gibi mırıldandım. “Aldı babaanne, sonunda Allah seni de aldı. Köyümüzün yılankavi yollarını, karşı geçedeki eski taş evleri, karadutun dallarına konan serçeleri, başımı gömdüğüm yumuşak bağrını, avuç avuç topladığım renkli çakıl taşlarını, pınarların soğuk suyunu, papaz eriklerinin tadını, radyodaki türküleri, bayram sabahlarını, kınalı ellerimi, örgülü saçlarımın ucundaki beyaz kurdelelerimi, senin dinlemeye doyamadığım masallarını, içimde çırpınan kuşu… Çocukluğumu aldı.”