Hasan Dedemin babası Yusuf Dede, Sarıkamış’ta donmamak için ağaç gövdelerine sarılıp son nefesini veren seksen bin adsız şehitten yalnızca biri. Bez gömlek ve bez pantolon, ayaklarında sicimlerle bağlanmış kâğıtlardan sözde postallar… Ağacın kabukları, yükselen çıplak dallar…
Annemin babası Mustafa Dedem de Atatürk’ün Rüştiye’den sınıf arkadaşı. Söylencedeki Üç Mustafa’dan biri. Matematik öğretmeni Mustafa Bey, “Siz Mustafa, ben Mustafa… Bir ayırdımızın olması gerek.” diyor. “Senin ismin Kemal olsun bundan böyle. Seninki de Reşit.” Dedem, işte o Reşit olan.
Balkan Savaşı’nda hastalanıyor Mustafa Reşit. Ordudan albay rütbesiyle ayrılmak zorunda kalıyor. Hastalığı Atatürk’ün hayatına mâl olan illetin aynısı. Yok canıııım, ağzına içki miçki koyduğu yok. Cephelerin mirası bu hastalık.
Sonra göç günleri… Balıkesir’e yerleşiyorlar.
Gel zaman, git zaman Mustafa Kemal’in yolu Balıkesir’e düştüğünde, yurt gezilerine çıktığı trende, çocukluk ve silah arkadaşı Mustafa Reşit’i çağırıyor. Dedem gidemiyor. Gidemeyişinin nedenleri de rivayetlerle dolu. Onun yerine anneannemle teyzem gidiyor Paşa’nın ziyaretine.
Savaş deyince dedelerim düşüyor aklıma. Biri, Allahuekber Dağları’nın hiç solmayan, askerciklerin üfledikleri son nefeslerin öylece asılı kaldığı mistik ışık huzmesinde barışı dillendiren cılız bir beden…
Mustafa Reşit Albay ise siyah-beyaz çerçeveli fotoğrafından bize bakıyor. Yuvarlak gözlüklerinin ardında ışıltılı, keskin bakışlı bilge bir adam. Kararlı ifadesi, etsiz yüzünün çıkık elmacık kemiklerinden yanaklarına uzanan, çizgi gibi sımsıkı kapalı dudakları da söylenmemiş sözlerin, yanık Balkan türkülerinin barışı çağıran sedasını fısıldıyor kulaklarımıza.
Bir de savaş deyince, yorgun bir iş gününün ardından eve vardığımda, salonun ortasına öylece bırakılmış, rengârenk işlemeli koca bir tepsi sepet canlanıyor gözlerimde.
Irak savaşından gelen bu sepet, Afrika yerlisi kadınların başlarının üzerinde beceriyle taşıdıkları görkemli el işi hasır meyve tepsilerinin hemen hemen aynısı. Ben o kadınlarınkine görsel estetik olarak ananas, hindistan cevizi, papaya ve muz hevenklerini yakıştırırdım hep. Arap Yarımadası’ndan gelenin içinde ise Bağdat hurması var!
Salonun parke döşemesini kaplayan büyük Hereke halının üzerinde savaş yorgunu gibi sere serpe uzanmış dinleniyor.
İçinde palmiye yapraklarına benzeyen, yeşil deve tabanı büyüklüğündeki yapraklarından ayrılmamış sarı hurmalar hevenk hevenk…
Son anda askeri kargo uçağına yüklenirken, savaş yorgunu bir er hazır ola geçip tekmil veriyor konuklara.
“Seyid’in sizlere armağanı. Söylememi istedi ki: Benim, savaşan askerlerimin, yokluk içindeki halkımın ekmeği de sebzesi de, eti de tatlısı da bu hurmadır. Hepimizi aç kalmaktan kurtardı, besledi. Nimetimizdir. Buyursunlar, kabul etsinler. Ne niyetle yerlerse o tadı alacaklar.”
Savaşan Seyid’in armağan vermesi barış demektir, diye düşünüyorum içimden. Acıyla silkeleniyorum.
Gözlerimin önünde fotoğraf ödülünü almak için törene giden genç kadın canlanıyor ansızın.
Büyük ödül için özenle hazırlanıp süslenmiş, alımlı mı alımlı. Kendine güveni ve başarmanın gururu, neredeyse saç tellerinden damlayacak kadar aşikâr. Eşsiz, biricik ve yüce…
Dünyanın dört bir yanından gelen davetlilerin hıncahınç doldurduğu salon kararıyor, güzel fotoğrafçının objektifinden çıkan kareler birer birer beliriyor dev ekranda.
Yıkık dökük, kirli bir duvara kıstırılmış küçücük bir kız çocuğu. İncecik, çelimsiz bedeni, yüzünde hüzün ve korkuyla karışık ağlamaklı bir ifade. Ağlamaya da üzülmeye de amansız, korkuyor sadece. Elinde yere değen bez bebeği, bileklerine yığılmış çorapları ve yere sıkı sıkıya bastığı atkılı ayakkabılarıyla dünyaya tutunduğu duvarın önünde öylece duruyor.
Ekrandaki kare genişliyor.
Bir asker, çocuğun boyundan büyük bir silahın namlusuyla kızın hemen burnunun ucunda duruyor.
Asker bağırıyor, çağırıyor ama ne bir ses ne de bir kıpırtı var.
Fotoğraf makinesinin “klik” “klik” sesleri uzaklardan yankılanıyor. Kız çocuğu da duymuyor, düşman askeri de.
Kız çocuğu ağlıyor şimdi. Bebeğini daha sıkı ama yere daha çok bırakarak tutuyor. Namlu kızın alnına değiyor. Değdiği yere gömülüyor, asker bağırıyor, silah patlıyor.
“Klik”!
Salon yavaş yavaş aydınlanırken avuçları patlatan alkışlar, ayağa kalkan konuklar, “Bravo!” çığlıkları…
Bir kadın sesi, fotoğraf sanatçısını büyük ödülü almak için sahneye çağırıyor.
Kadın koltuğundan kalkıyor, derin dekolteli giysisiyle güzel sırtını önce konuklara, sonra da dev ekranlı sahneye dönerek kadife kaplı bordo merdivenlerden ağır ağır tırmanıyor; artık saklamaktan usandığı gözyaşlarıyla, gerisin geri kaçıyor.
Küçük kıza bir kol boyu mesafedeyken, onu ölümün pençesinden çekip kurtarabilecekken… Neyin barışı, hangi barışın ödülü? diye soran iç sesi kesiliyor aniden.
İnsanlığından, düşmanlıktan, uygarlık maskesiyle barbarlaşan dünyadan, vahşi namludan…
Barış mı? O ne?
Bebeği kucağında, oracıkta, bir bez bebek kadar küçük cılız bir beden mi?
Tavan arasında sıkışıp kalmış Anne Frank mı? Gazze’de İsrail bombardımanında siyaha kesmiş minik suratlar mı? Okyanusun kıyıya vurduğu minik Ayla’nın cesedi mi?
Doktor olan babanın görev yaptığı hastanede, bombadan sağ kurtaramadığı, kucağındaki evladı mı?
Savaş vahşet de barış ne sahi?