Üç buçuk saatlik aile ziyaretinin ardından kim oluğumu, hayata geliş amacımı ve bu dünyada gerçekten ne yapmak istediğimi hatırlamaya ihtiyaç duyuyorum.
Gerçeklik algımın aile bireyleri tarafından daha başka ne şekillerde manipüle edilebileceğini düşünürken 46 inşallah, 37 nasip, bilimum Allah kabul etsin ve artık kanat takıp uçmaya hazır hale getiren sayısız ‘buna da şükür’ün ardından bu dünyaya hâlâ skolastik düşüncenin hâkim olduğuna ve Aydınlanma Çağı diye bahsedilen dönemin, bir Karayip masalında geçen muhtemel bir arka plan olabileceğine çoktan ikna olmuş haldeyim.
Çünkü geriye hayatta sorgulamaya değer sadece şunlar kalmış gibi:
- Acaba babamın yaşlı kuzeni yanağımı tutturamayıp kulağımdan öpmemiş olsa dünya daha güzel bir yer olur muydu?
- Acaba bana yedirmeye ant içmiş teyzeye karşı gelebilirsem erdemli bir hayatın temel kurallarını öğrenebilir miyim?
- Acaba bir evvelki tecrübeden “bir daha kesseler aile ziyaretine katılmam” diye ayrılan ve 34 yaşına girdiği için zamanını yalnızca verimli şeylere ayırmaya karar veren ben değildim de yan komşunun iç sesi miydi?
Üçüncü dereceden akrabamın, birinci dereceden akrabaları hakkındaki tüm ince detayları, vakanüvist bir yaklaşımla bana aktardığını fark edip, söz konusu kişilerin kim olduklarını ve olay örgüsünün ucunu çoktan kaçırmış olsam bile, yüzümdeki ifade yüz kaslarımda krampa neden oluncaya dek ilgiyle dinliyormuş gibi görünmekten taviz vermiyorum. Sonra farklı duygulara farklı ifadeler sunmak gerektiğini, ileri oyunculuk derslerinden hatırlayarak KPSS’den aldığı puana rağmen hâlâ hakim olamayan kuzen çocuğuna gözlerim dolarak üzülüyor, İstanbul’a taşınıp bankada çalışmaya başlayan ve kendisi için acur turşusu kurulan yeğen adına coşkuyla seviniyorum.
Akşamdan bu yana içimden bildiğim tüm totemleri yapıp, bildiğim tüm reiki renklerini etrafımda örmeme rağmen konu yine de bana geliyor. ‘Ne yapıyorsun’ sorusunun cevaplanması en güç soru olduğunu anladığım, hayatımın şu son beş yılı boyunca, bu sorudan kaçmak için yeterince inovatif fikir üretememişim belli ki. “Yapıyorum işte bir şeyler” demek için can atıyorum ama karşımda beni dinlemekte olan her bir kulağı tek tek doyurmam gerektiğinin ziyadesiyle ayırdındayım. Bize para kazandırmayan edimlerimizin ilgili eşrafça sıfırla çarpıldığını anladığımdan beri, para kazanmak için yaptığım şeyler, gerçekte yaptıklarımın yalnızca onda biri de olsalar, onları bire beş abartarak anlatmalıyım. Aksi takdirde, her daim meşgul ve memnuniyetsiz görünmezlerse kendilerini yetişkinden saymayan o ezici çoğunluk tarafından, itinayla ‘işsiz’ hissettirileceğim. Bu hisle baş etmekle uğraşacağıma oturur üç cümle fazla yazarım diyerek bu teyzeler, amcalar, uzak kuzenler ve işli güçlü lamba cini güruhu, tam olarak ne duymak istiyorsa onu söylemeye çoktan karar verdim. Sonuç olarak benim de hayatım şükürler olsun herkesinki gibi bitmeyen bir koşturmaca değil de nedir…
Bu dünyadaki misafirliğimin bu ev misafirliğine benzemesi korkusu içimi kaplamaya başladı bile. Böyle zamanlarda dünyanın geri kalanı sadece yaratıcı şeyler yapıyor da bir ben sanki burada aile bireyleriyle oturup çay içiyormuşum gibi geliyor. Sanki beni Severance’a yeni bölüm yazmaya çağırmışlar da “Bu akşam beni boş verin, büyük halalara sözüm var, hacdan geldiler, Allah kabul etsine gitmezsem ayıp olur.” demişim gibi hissediyorum.
İçimi, beni ‘kendine ihanet, kasten yaşama sevincini öldürme, uysallığa teşebbüs, göreneğe yardım ve yataklık’la suçlayan; “İki sarma uğruna ruhunu sattın köpek!” diye bağıran, kötücül bir ses bürüyor. “Shakespeare” diyor kötü ses, “Heyhat!” diyor “O muhterem senin yaşındaykeeeen, Julius Sezar’ı bitirmiş deeee Hamlet’i yazıyordu!” diyor. İç sesime eğer şimdi bağırmayı keserse bir ay içinde Yale Üniversitesi’nin bütün açık derslerini, notlar alarak izleyip bitirme sözü veriyorum. Beni benden iyi tanıyan iç sesim “Bok yaparsın!” diyor.
İç sesime hak veriyorum. Kendime kendimi eğlendirecek detaylar aranıyorum:
- Dantel örtülü yuvarlak fiskos.
- Fiskosun üzerinde kenarına iliştirilen vesikalık yüzünden çerçevedeki esas kişinin yüzünün görünmediği siyah beyaz fotoğraf.
- Geçtiğimiz ayın 23’ünü gösteren fazilet takvimi -büyük hâlâ hacdan döneli beri koparmıyor demek.
- Yelkovanın bangır bangır attığı, içinde ev manzarası olan QUARTZ duvar saati.
- İçine kelebek kaçmış beyaz floresan: Acaba Türk geleneksel aile yapısı, tarihin tam olarak hangi anında, ev içi aydınlatmada beyaz floresan kullanmaya karar vererek bu yolla milli bir estetik üretmeye başlamış olabilir?
- Özenle bantlanmış halı püskülleri.
- Kristal şekerlik.
- Güvercin, kedi, balık, balerin, ördek ve sepetiyle eve dönen çocuk bibloları.
Tabii ya biblolar! “Belki de” diyorum kendi kendime “her şey yine bir bakış açısı meselesidir. Belki de büyük halanın hiçbirimizin ihtimal vermediği çok renkli bir iç dünyası vardır! Ve eğer şu biblolardan doğru olanı düşünce gücümle hareket ettirebilirsem o dünyaya açılan gizli bir kapının…”
Nihayet annem babama ‘hadi kalkalım’ bakışı attı ve babam 43 yıllık evlilik hayatında nice akraba ziyaretinden sağ çıkmanın verdiği bilgi birikimi, tecrübe ve esneklikle geri çevrilemez bir kapanış konuşması yaparak, bütün o ‘ama meyve yemediniz’ ısrarlarını savuşturdu. Babam sahiden klas adam! Bana kalsa meyveler gelmesin diye içimi oracıkta açıp “Vallahi doyduk, bize inanan iman sahibi birisi yok mudur!” diye bağırırdım.
Eve gidebileceğimizi vadeden o toplu kalkışta kapıdan çıkana kadar bir aksilik olmasın diye tüm temiz kalbimle dua ediyorum. O sırada çeyizim için hediye edilmek istenen kenarı işlenmiş yazmalar geliyor. Kırmızıyı mı yoksa yeşili mi daha çok beğendiğim soruluyor. Herkes çoktan ayağa kalkmış, tüm gece boyunca aynı anda konuşan tüm insanlar susmuş, benden çıkacak cevabı bekliyor. İkisini de beğenmedim diyemiyorum, ayıp olur, o kadar mercimek köftelerini yedim sonuçta. Üzerime çöken bakışlara ve bu ani beklenmeyen sessizliğe doğaüstü anlamlar yüklüyorum. Sanıyorum ki yaşamın bize bir yol ayrımında olduğumuzu hissettirdiği o biricik anlardan birisindeyiz. Yapacağımız tercihe göre hayatımız tamamen farklı iki versiyona ayrılacak. Üstelik son sağlıklı beyin hücremi, kısa süre önce, bir daha kalkamam sandığım koltuk köşesinde, hayatımın geri kalanının burada, bu bitmeyen misafirlikte neye benzeyeceğini tahayyül etmeye harcadığım için tercih yapabilme yetisinden tamamıyla mahrumum. Kendimi zorlayıp önce kırmızı sonra yeşil yazmalı hayatı hayal ediyorum ama bir kavram olarak ‘yazma’ Türkiye usulü bireyleşmeye saplantı halinde vakfettiğim şu bedenimde, her şekilde eğreti duruyor. Kimlere daha yakınım, bulamıyorum. Hayalimde yeşili başıma bağlıyorum, örgütlü solcu oluyorum; kırmızıyı bileğime doluyorum, vegan hippi oluyorum; yeşili boynuma bağlıyorum, tekrar solcuyum ama daha çok Kemalist; kırmızıyı bileğimden aldım başıma bağladım, milliyetçiyim ama biraz modernim de… Allahım! Oysa az evvel ne güzel de tek seferde eve dönebileceğimiz umuduyla aniden yerimden fırlamıştım. İçime dolan sevinci dağa kuşa anlatmaya hazırdım. Sağ olsun annem araya girip, benim adıma konuşuyor ve “Yeşili sever o, doğacıdır,” diyor. “Doğacıyım,” diyorum, ama ağzımdan “Duacıyım,” der gibi çıkıyor. O an bir kalıbın insanı olmanın rahatlığını iliklerime kadar hissedip üzerimden özgür irade sorumluluğunu atmış olarak içsel bir ‘ohh’ çekiyorum.
Yaş ortalaması 60 olan akrabalarınızın arasında sesli bir ‘ohh’ çekemezsiniz.
Arabanın arka koltuğuna oturunca annemin önde Türkiye haritasından yolları bulduğu, o uzun yolculuklarımızın çok geride kaldığını anımsayarak yıllar sonra yeniden anne-baba-çocuk olduğumuzu fark ediyorum. Bu akşam sırf anne babamı mutlu etmek için cebine her ay yüklüce maaş giren akranlarımla karşılaştırılmaya, bu yaşta evlenmemiş olduğum için gizliden gizliye fırlatılan acıyan bakışlara, zorla falıma bakıp telve vizyoneri tavrıyla, bana karşı söylemek istediği kötücül ne varsa sıralayan hasedi bilenmiş o yeni geline ben göğüs gerdim! Yılın en vefalı çocuğu kesinlikle benim, abim değil!
Camdan akrabalara ağır çekimde el sallarken -çünkü zaman optimizasyon yasası gereği saniyede 24 kare akmayı gecenin ortasında bir yerde çoktan bıraktı- akrabaların birer canavar böğürmesine dönüşen seslerini duyuyorum: YİİNEEE GELİİİİN, ÇOOOĞĞĞKKK ERKEEEN KALKTIIIINIZZZZ, BU OLMAAAADIII BÖÖÖOOOOUUYYYLLEEEEEÜÜÜÜÜ…
Babam arabayı hareket ettiriyor, giderken korna çalarak veda ediyor, annem camı açıp sigara yakıyor, ben içimde açan Hawaii çiçeklerinden çelenk yapıp boynuma asıyorum, zaman kendisini toparlamaya başlıyor.
Babam “Gece güzeldi,” diyor, “iyi oldu geldiğimiz.” Annem “Hıhı” diyor, kucağındaki turşu kavanozunu ayağının arasına sıkıştırdı. Babam istediği onayı alamayınca bana seslenip “İyi oldu değil mi?” diyor.
“Çok iyi oldu babacığım,” diyorum.
Babacığım artık her şeyin iyi ve güzel olduğundan emin. Hiç değilse bu gece birimiz uykuya dalabilecek. Ve bu her zaman böyle olacak: Kendimiz olmak isteyen yanımızla sevdiğimiz insanları mutlu etmek isteyen yanımız çatışacak ve “Akşama büyük halalar bekliyor, sen de gelirsin değil mi?” diye sorduklarında, başımıza gelecekler karakaplıya kanbağıyla yazılmış olsa da gidip ayağımızı sıkan o topuklu misafir terliğini kendi rızamızla giyeceğiz…