Ankara’da doğdu. Ortadoğu Teknik Üniversitesi İşletme bölümünden mezun oldu. Nottingham Üniversitesi’nde MBA, Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat bölümünde yüksek lisans programlarını tamamladı. Halen Anadolu Üniversitesi AÖF Sosyoloji bölümündeki öğrenciliğini sürdürmekte.
İş hayatına bir bankada başladı; farklı sektörlerden yerli ve yabancı firmalarda finansman müdürü, idari işler müdürü ve koordinatör olarak yirmi beş yıla yakın süre görev yaptı. 2015 yılında kurumsal iş hayatından ayrıldı.
Marmara Üniversitesi’nin düzenlediği “Türkçenin Yabancı Dil Olarak Öğretimi” sertifika programını ve Türkiye Yayıncılar Birliği’nin editörlük ve düzeltmenlik eğitimlerini tamamladı.
Halen yabancılara Türkçe öğretiyor, sanalyazievi.com’da geliştirici editörlük yapıyor, Türkçenin yazım ve noktalama kuralları üzerine çevrim içi atölyeler düzenliyor.
Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı’nda kadın yazarlar arşivi üzerinde bir sene gönüllü olarak çalıştı. İstanbul Gönüllüleri’nin eğitim projelerinde yönetici ve gönüllü olarak iki sene görev aldı.

Mayıs da bitti. Günler peş peşe dizilip nasıl da hızlı geçmiş. İçindeyken bitmeyecekmiş gibi uzun gelse de çevirdiğim takvim sayfasıyla neredeyse yarıladığımızı fark ediyorum 2023 yılını. Sevdiğim bir yazarın söylediği gibi, “Günler uzun, yıllar kısa.”

Bugün gökyüzü pırıl pırıl, uzun zaman sonra güneş yüzünü iyice gösterdi. Bahar gelecek diye bekliyorduk, yaz ondan hızlı davrandı. Balkondaki çiçeklerimi görmek için perdeyi ardına kadar açtım. Masamdayım. Yazmak için oturdum. Bugün güzel şeyler yazmak istiyorum. Geçtiğimiz aylarda zihnimi, duygularımı yoran konulara girmek istemiyorum ama kalem dönüp dolaşıp onlara getiriyor sözü. Uzun süredir gündemde olan, ruhları yoran memleket meseleleri var hâlâ kafamda. Başımın üzerinde çırptığı kanatlarını ellerimle kovalıyorum, gidermiş gibi yapıyor, sonra dönüp dolaşıp yine geliyor. Bu karamsar havadan sıyrılayım, kelimelerim hafif olsun istiyorum. Başka şeylerden bahsedeyim, mesela bu ayın, yazın başlangıcı olduğunu ya da en uzun günün yaşandığı yaz gündönümünün bu ay gerçekleşeceğini; ama bunun, bizim gibi kuzey yarımküredekiler için geçerli olduğunu; güney yarımküredekilerin kışa hazırlandığını ve onların, en uzun geceyi yaşayacaklarını söyleyeyim diyorum. Bunları düşünürken bu ay havanın erkenden kararması fikri tuhaf geliyor. Ne yani, temmuzda da kar mı yağıyor oralarda? 

Pandemiden beri bin türlü zorluk ve kesintiyle devam eden eğitim döneminin bu ay biteceği aklıma geliyor; çocukların, gençlerin dört gözle karne gününü beklediğini tahmin ediyorum. Ne olursa olsun bundan sonra ders, sınav olmayacak; eylüle kadar özgürlük! Bir de bu ay sınava girecekler var tabii. Lise ve üniversite için giriş sınavları. Bir dönem biterken yenisi başlayacak gençlerin bir bölümü için. Kim bilir ne kadar heyecanlılar! Ama sınavsız olmaz, sınav şart! Aldıkları sonuçlara ve arzularına göre de tercihlerini yapacaklar. Al işte, yine bir seçim!

Bu ay başka ne var diye düşünürken Babalar Günü’nü hatırlıyorum, ayın üçüncü pazar gününe denk gelen. Doğum günleri ve yılbaşı dışındaki özel günleri çok sevmiyorum. Hele bazıları çok zorlama geliyor. Günler herkesin, hepimizin. Bir günde anmakla ne olacak? Ama herkes böyle düşünmüyor işte. Mağazalar hemen başlar özel gün tanıtımlarına, kampanyalara. Maksat para harcansın, çark dönsün.

Seçimlerden ve ekonomiden çıkayım, havadan sudan bahsedeyim, daha keyifli konulara gireyim istiyorum. Bu ay açan sardunyalar, güller, ortancalar geliyor aklıma; rengârenk. Komşu apartmanlarda katmerli güller açmış, en çok da kırmızı. Havada mis gibi bir koku var birkaç gündür. Çocukluğumda da olurdu bu koku. İğde ağaçları vardı arka bahçemizde, onlar böyle kokardı. O ağaçlardan var mıdır buralarda? Belki de başka bir ağaçtır, ıhlamur mu acaba? Ağaçları ne kadar az tanıyorum; bazı meyve ağaçları dışında ismini bildiğim pek ağaç yok, ne yazık. Sevdiğimiz şeylerin adını öğrenmeliyiz halbuki. İsimleriyle hitap edebilmeliyiz. Ağaçlara da.  

Meyve ağaçları demişken; kiraz, şeftali, kayısı çıkıyor bu ay! Hepsini de öyle severim ki! Belki daha önce yiyenler olmuştur ama ben hâlâ meyve sebzenin mevsiminde yenmesinden yanayım. Kimse bana mart ayında çilek yediremez mesela. Çocukken, kış gelse de muz yesek, dediğimi çok iyi hatırlıyorum. Şimdi üretim şekilleri değişti, dünya küresel bir köye dönüştü; her mevsimin meyvesi sebzesi her zaman her yerde bulunuyor. İyi mi kötü mü, tartışabiliriz.

Meyveden sebzeden sofralara söz geliyor da, bu hayat pahalılığında neyi ne kadar alabileceğimizi bilmiyorum ve burada bir ağırlık çöküyor omuzlarıma çünkü kaçılmıyor, her yere sızıyor bu sorunlar. Önce temel ihtiyaçlarımızı karşılamak lazım, yani yeme-içme, barınma gibi. Bunların hepsi de şu anda acayip pahalı, üç kuruşluk şeyler oldu otuz üç kuruş. Dönüp dolaşıp konu cebimize kesemize geliyor, hangisine yetişeceğimizi şaşırmış hâldeyiz, yetişebilenin de ağzında şükür, hadi ben alıyorum yapıyorum da olmayan ne yapacak diye başkası için dertleniyor. Hâl böyle olunca havalar ısındı, yaz geldi, arkası da tatil diyemiyoruz, insanın içi sızlıyor, kaç kişi gidebiliyor ki şöyle gönlünce bir tatile, herkes çalışmak zorunda ya da elinde avucundakiyle kıt kanaat ancak boğazına, çoluğuna çocuğuna harcıyor… 

Yok, olmuyor, dünyanın işlerinden kaçılmıyor. En iyisi aç camı, çık dışarı, derin nefes al, çek havayı içine. Bak yukarıya, bulutlara. Çünkü haziran geldi, çünkü yaz…