Camdan dışarı baktığında yağan yağmurla içini saran hissinin aşinalığıyla irkildi. İnsan zihni ne garipti, aylardır bu yatakta, bu hastane odasında olma, kolundaki serumun damarlarında dolaşma sebebi yaşadıklarını unutabilmek içinken, o kendi halinde yağan yağmurla her şeyi sil baştan yaşamıştı. O sırada birisi gözlerinden geçenleri okuma ilmine sahip olsaydı onunla oturur, birlikte ağlardı.
Eli istemsizce yağmurun hatırlattıklarıyla bileğine gitti. Eline değen şey umduğu gibi doğum gününde halasının verdiği, ninesinden yadigâr el yapımı Mardin telkârisi bilezik değil, hemşirenin koluna taktığı kimlik bilekliğiydi. Gözlerini kapattı, en son hatırladığı şeyi düşündü. Köydeki bağevinde yanan sobanın tavanına yansıyan, odunların çıtırtısını müzik yapan ışıkların dansını izliyordu. Sessizlikte huzur veren bir görsel şölendi bu. Eli çok sevdiği bileziğin motiflerinde geziniyordu. Ne ara uyudu ne ara yardım çığlıklarıyla yarı uykulu, gözlerine dolan dumanları anlamaya çalışarak uyandı, hatırlayamadı. Isınan bileziğin kolunu yakmasından ve kafa derisinde hissettiği acılardan kurtulmak için kendini dışarıda yağan yağmurun altına ne ara attı, hatırlayamadı. Çok sevdiği bileziği orada mı bıraktı, hatırlayamadı. Onu huzurla uyutan çıtırtının müziği, kâbusu olmuştu.
Mecusilerin bu korkutan, aynı zamanda da içine çeken sıcaklığa neden taptıklarını düşündü. Önüne gelen her şeyi küle çeviren bu güç, aynı zamanda bir devrimciydi de. O geldikten sonra hiçbir şey eskisi gibi kalamazdı. Kömürü köze, kumu cama, bir evi küle ve bir çocuğu yetime çevirendi.