Yazar. Ayrıca Medyascope'ta Zeytin Dalı ve Sabun Köpüğü programlarını hazırlayıp sunuyor.

Oraya, uzun bir trafik hengâmesinden sonra varmıştı. Yorgunluğu gözlerinden hissedilen, zamana meydan okuyan o kadınlardandı. Buna karşın bitkindi. Durduk yere neyin yorgunluğu diye sorulsa, hiç kuşkusuz sıralayabileceği bir sürü detay son zamanlardaki yaşamının özeti anlamına gelebilirdi. Örneğin, kendi halindeki ve kıvamındaki bütün kadınların ezberine yaslanarak, çocuklar diyebilirdi. İçi titreyerek Fuat diyebilirdi, askerde, ilk göz ağrım. Behruz diyebilirdi, muzipliğini hatırlayarak bu serseri oğlanın, bu sene liseyi bitiriyor. Canan, diyebilirdi, tipi hık demiş kendi gençliğinden düşmüş, lise sınavları kapıda. Annem, emekli ev kadını Leman diyebilirdi, Leman’ın Alzheimer’ı beni bitiriyor, daha bu sabah bakım evindeydim, “Benim annem olur musun?” diye sordu bana, dizimde ağladı. Getirdiğim sosyetik kır çiçeklerini beğenmiş.

Bir korna sesiyle irkildi birden.

“Ne var?” diye el etti. Hafifçe şerit ihlali yapmıştı. Hepi topu buydu işte. Ne vardı?

Neyi vardı? Neyi olduğu belliydi. Sorun neyi olmadığındaydı, ya o konuya girecek halde değildi. Kızıldan sonra pek esaslı bulunan siyah kuzguni saçlarını bir sağa bir sola salladı. Saçlarını andıran gecenin bu ilk karanlık debdebesinde diri bir müzik iyi gidebilirdi. Gençliğinden kalma iç kanırtan klasik bir müzik yerine başka bir şeyler. Belki Behruz’un ta ortaokul günlerindeki coşkulu, hüzünlü, öfkeli raplerinden biri. Hıh tamam. İki saattir huzursuzluğunu artıran şoför koltuğunda, tereddütle de olsa gevşedi. Araba kullanmayı öteden beri severdi. Özgür hissederdi. Ama bu akşam… Yok, hiç yola çıkmamalıydı. Ritim, önce cipi sonra içini doldurdu.

Kendi halindeki bütün annelerin kendi halinde olmayan zaman haritalarına yaslanarak, işim bile diyebilirdi artık. Bir eczanenin sahibi olmak, onu işletmek kolay mıydı? Sabahtan akşama kadar koşturmaları, bu yoğun hareketlilikte kendini kaybedişi de. Geri kalan zamanlarda kendini işe vermişti. Kimya, her şeyi siler ve unuttururdu.

Yine de detaylar peşini bırakmazdı. Ha bir de şu gelen yeni ilaç vardı. Gençlik iksirinin son mucizesiydi. Bizzat denemeliydi. Rahmindeki kuruluğu alır mıydı sahi? Oradaki yanmayı? Kızardığını hissetti. Sonra bu kızarmanın ne müzikten ne de içten gelen bir fişek olduğunu anladı. Şimdi kırmızı ışıktı. Trafik, bu saatte, cuma akşamının hız kesmeyen haliyle hâlâ solmamıştı. Kocaman cipin içindeki yalnızlığı ve dolambaçlı müzikle birlikte usul usul frene bastı.

“Hah,” dedi. “İşte bu. Bütün zamanlarımın özeti. Usul usul frene basmak.

Arabanın pek de nazik sayılmayacak bir frenle kademeli sarsılışı ona bildiği bir öykünün fasılalı akışını hatırlattı. Bu öyküdeki trajikomik kahramanı. Yani kocasını. Kısaca Osman Hamit Gültekin’i… Şu Feriköy’de büyük rakı fabrikası olan adamı.

Meze’nin, büyük gıda zincirinin kurucusu Osman Hamit Bey. Büyük bir aşkla, gencecikken, yana yakıla kaçtığı adam. Yana yakıla, yıllar boyunca onun için öldüğü, dirilip gönüllü olarak yeniden öldüğü adamı, sonra yeniden, hep yeniden… Anka kuşuydu, tamam da tüyleri yoluk yoluk, kalmamış cinsinden.

Sabahki konuşmaları nasıldı? Gecenin içindeki dikiz aynasına bakarak mırıldandı kendi kendine: “Zümrüt bak… Mutlaka gelmelisin bu açılışa. Arada hatırlasan iyi olacak… Ne de

olsa karımsın sen!”

Bunu nasıl da imalı söylemişti kocası. Oraya gidince ne olacağını biliyordu içten içe. Kendini yılbeyıl geliştirmiş hödük kocasının etrafında gençten de genç kadınlar tayfasının tayfı olacaktı o zaman. “Osman Bey, siz müthişsiniz…” diyen bu türden oluşan şu ilginç tayfa. O tayfanın içinde kendine yakın bulduğu, kendi ilk gençliğini sarıp sarmalayacakları da olacaktı, hiç tanımadıkları da. Ama her seferinde şu: “Sen buraya ait değilsin kızım!”

Ait değildi. Bunu biliyordu. İyi de bunca yıl ve üç çocuk neydi böyle? Kocasının ona yıllarca önce söylediği gibi, “Sen bir…nasıl söylesem, bir biladelsin Zümrüt… Unutur ve hep affedersin.”

Biladel mi? Birader mi? Bilal mi? Ne demekti bu şimdi?

Önce iltifat sanmıştı. Sonra ise anlamıştı. Kocası sağ olsun! Piyasanın önde gelen iş “adamı” Osman Hamit Gültekin, bütün nâdânlığı, pişkinliği ve dünyaya hâkim sıradanlığıyla, garip kahkahaların içerisinde kaybolarak, “Adam hamamdaymış, onun için hamamdakiler sürekli sabunu yere düşürüyormuş, adam her sabunu düşürdüğünde ‘biladel’ diyorlarmış, ‘şu yerdeki sabunu versene…’ Hamamdaki sefayı bir görsen…Lakin bizim adam her seferinde başına geleni unutup sabunu eğilip alıyormuş. Eğildiğinde de… Hahaha!”

“Yani?” demişti Zümrüt pencereden dışarıya bakarak. Dışarıdaki geniş bahçede her şey hiçbir şeyi ele vermeyecek biçimde nizamlanmıştı. Güller şurada, akasyalar burada, süs havuzu biraz daha ileride, koşu parkuru biraz daha geride. “Yani?” Hazırlıksız yakalanmış bir soruydu bu. Yine de aralarından ölüm sessizliği geçmişti.

Hızla değil, ağır ağır. Giderek soğutarak havayı. Geride hiçbir canlı bırakmamacasına.

En son, Osman Hamit’in bile, yaptığı bu benzetmeden utanıp şaşaalı evlerinin deri ve maun mobilyalı, duvarları orijinal tablolarla süslü odalarından birine sürünerek gittiğini hatırlıyordu.

“Yani?”

Onun arkasından sessizce bakmıştı. O gün, o dakikada evi terk edemeyişine yanmıştı. Yani, belki. Daha çok şoktaydı.

Ya bu gece? Üç çocuk anası Zümrüt…

Arabanın içini dolduran müzik bitmiş; ülkenin içine düştüğü ekonomik krizden etkilenmeyen ambiyansı yüksek Meze’nin ilk ışıkları, ufukta görünmeye başlamıştı.

Biladel Zümrüt arabayı usulca park etti. Meze’nin yüksek ve parlak girişinde sigara molası veren kimilerine, dahası arabasını tanıyıp ona el edenlere usulca el salladı. Dahasını da yaptı. Yürürken yüksek topuklu şık ayakkabılarına dolanan esaslı yırtmacını umursamadan arabanın anahtarını sürekli terleyip duran valeye teslim etti. Meze’nin kapısına doğru yürür gibi yaptı, sonra aniden durdu. Hafifçe ayağı burkulmuştu. O sırada oraya yanaşmakta olan taksiyi fark etti. İçinden onu hiç şaşırtmayan genç bir çift indi. Osman Hamit ile kendi gençliğine benzeyen, kendi halinde bir notayla başlayıp hayata kafa tutuşlarıyla göz dolduracak cüretkâr ritimli bir çift. El ele tutuşarak Meze’nin albenili yolunda ilerlemeye başladılar. Gayriihtiyari kendi ellerine baktı o zaman Zümrüt. Şık ve pahalı yüzüklerle kaplı, bakımlı bir çift el. Sadece, titriyorlar.

İçeriden yükselen kahkahalar dışarıda sigara içen ahaliye de bulaşıyordu. Çatık kaşlar yumuşuyor, ülkenin gidişatını dert eden bir ekonomi profesörü çocukluktan kalma tiz bir neşeye sığınıyordu. Bir kadın içten içe ağlıyordu. Başka biri, kendisinin de tam olarak çözemediği başka bir duygunun peşindeydi.

Zümrüt aynı titrek ellerle, buna rağmen ileride kendisinin bile şaşıracağı bir kararlılıkla boş taksiyi durdurdu. Onu tanıyan kimi silüetlerin şaşkın bakışları içerisinde ağır ağır taksiye bindi ve gecenin kendi rengi içerisinde kaybolup gitti. Bu kez Zümrüt yerine gece, kadının bu hamlesine hazırlıksız yakalanmıştı.