İlber Ortaylı, “Yaşadıkları, insanın yüzüne yansır. Güzellik ya da çirkinlik meselesi değildir bu. Bir insan dingin yaşadıysa, iş yaptıysa, kötülükten kaçındıysa onun verdiği huzurla yüz bir şekil alır. İnsan yüzünü bir kitap gibi okuyabilirsiniz,” der Bir Ömür Nasıl Yaşanır kitabının satırlarında. İşte tam da bu cümlelere gitti aklım, instagramda karşıma çıkan o fotoğrafa bakarken. Sokakta yaşayan bir adamın fotoğrafıydı gördüğüm. Battaniyesini üstüne örtmüş, taşta yatıyordu. İlginç olan, elinde bir kitap tutması ve onu çok dikkatli bir şekilde okumasıydı. Fotoğrafı paylaşan kişi ise, üstüne şöyle yazmıştı: “Evsiz, yurtsuz ama yine de kitap okuyor.” Düşünmeye başladım: Sahi, yaşamda neyi arıyordu bu adam? Bir süre sonra aklıma İlber Hoca’nın “Yaşadıkları insanın yüzüne yansır” cümlesi geldi. Nasıldı bu insanların yüz ifadeleri, bakışları? Bize uzak gelen bu yaşamlara sahip yüzleri hiç dikkatle incelemiş miydik gerçekten? Yüz çizgilerinde nelerin saklı olduğunu anlayabilmiş miydik? Ben bunları düşünürken klimaların kâr etmediği sıcakta, Marmaray’da, alnımdan akan terle beraber, çoktan o yaşamlara dalmıştım.
En temel sorularla karşıladı zihnim o an beni: Yaşamda yeri neydi böylelerinin? Hayattan alacak çok mu şeyleri vardı yoksa verilecek hesapları mı? Hayatın neresine savrulduklarını bilmiyorum ama normal insanlar için kıyıda köşede yaşamaktan fazlası olmadıkları kesin. Üzgünüm ama ben bu resme böyle bakamıyorum. Herkesten uzakta, bir köşede yaşayan insanların yaşamı benim için hiçbir zaman üzerine konuşup geçiştirebileceğim bir konu olmadı, aksine ben sorguladıkça daha çok önüme çıkar oldu. İstanbul’un Avrupa Yakası’nda T4 tramvay hattı vardır. Görenler varsa Vatan Durağı’nı da mutlaka bilirler. Orada tramvay hattının altı, bomboş bir arazi gibidir. İşin ilginç tarafı; otobanın dibinde olan bu alanı kendi evi yapmış, sokakta yaşayan birçok insan vardır. Yürürken kolonların arkasında battaniyelerine sarınmış kadınlar, adamlar ve hatta çocuklar görürsünüz. Siz tramvaya kadar yürürken onlar kaldırımda uyuyarak size eşlik ederler. Ben onları hem büyük bir çekinceyle, kırmadan hem de bir o kadar merakla izliyorum ki, artık bazılarıyla yüz çizgilerinden tanışığız zaten. İşte o anlarda hep, fotoğrafta gördüğüm evsiz ama kitabına sarılmış adama dönüyorum.
Onları gözlemlerken ister istemez düşünmeye çokça vaktim oluyor, hatta ne yalan söyleyeyim, içlerinden biriyle göz göze geldiğimde hayatımın biraz olsun yavaşladığını hissediyorum. Bir süre böyle bir rutinin içinde ilerleyince şu kanıya vardım: Hayatın, kalıplara sığan bir hâli yok. Aynı evren üzerinde pekâlâ hepimiz farklı görebilir, hissedebilir ve deneyimleyebiliriz yaşamı. Klasik yaşamlara kıyasla onların, hayatla farklı bir bağı var. Belki de “yaşamak” dediğimiz şey keyiften, yiyip içmekten, eğlenmekten, koşuşturmaktan yani bizim yaptıklarımızdan öte bir şeydir. Hayat, böyle yaşamlarla bize bunu göstermeye çalışıyordur. Belki de “yaşam” denilen şey; taşın köşesine kıvrılıp yatan adamın, sokakta doğup büyüyen çocuğun nefes alışlarında saklıdır. Bana soracak olursanız zihnim artık bu yöne kıvrılmıyor değil. İşin gücün peşinde her gün koşuştururken kaybolduğumu hissediyorum. O kadar yok oluyorum ki, bir acelem yokken dahi sanki bir yarıştaymışçasına gibi yürüyorum yolda. Sonra bunu fark edince kendime kızıyorum. “Ne acelen var?” deyip yavaşlıyorum. İşte en çok o an, koca bir gün tramvay hattının altında oturan, tüm insanların görmezden geldiği o adamın yanına çömelmek, taşta yatarken kitap okuyan insanın yanına kıvrılmak ve bir parça olsun okuduğu kitaba eşlik etmek istiyorum. Onların gözünden izlemek istiyorum bizim dünyamızı. Korkuyorum da bir yandan. Korkumun onlara karşı olduğunu sanmayın sakın, aksine onların gözüyle hayatta kaçırdığım anlara baktığımda yakalanmaktan korkuyorum. Yaşam ya en temiz hâliyle onların yanında akıyorsa, diye düşünüyorum uzun süredir. Hayatta büyük zorluklarla yaşamaya çalıştıklarını sandıklarımız, ya yaşamdan en çok nasiplerini alanlarsa? İşte o zaman biz kendi dünyamızda kendimize yeniliyoruz sanırım. Durmayı ve hiçbir şey yapmadan nefes almayı bile bilmiyor ve beceremiyoruz! En acısı da, yaşamanın böyle bir şey olduğunu sanıyoruz. Hayat neden böyle insanlara adil davranmıyor, diye eskiden üzülürken şimdi kendime üzülüyorum. Anda yaşamayı onlar gibi beceremediğim için kendime kızıyorum. Onların yanından hızlı hızlı geçerken bir kez daha yaşadığım anı feda ettiğimi hissediyorum. Sıcak zihinlere, yaşamlara sahip olan onlar değil sanırım. Her dakika başka bir yere yetişmesi gereken, bir ay sonrasının planını yapan, bazen halletmesi gereken işleri düşünürken uyuyamayan bizleriz çünkü, hatta bazen bu sıcak zihinlerimizi biraz olsun soğutma görevi gören antidepresanları kutu kutu içen de biziz. Evet, belki onların yaşamda aldıkları yol zorlu, engebeli. Olması gereken hayat standartlarına sahip değiller, hatta farklı gezegenlerden dünyaya düşmüş gibi görünüyor bile olabilirler bize. Böyle gerçekleri inkâr etmiyor ya da yüz çevirmiyorum ama asıl bahsetmek ve görmenizi istediğim, bizim elimizden kayıp giden çok değerli bir şeye sahip onlar. Taşta yatarken dünya klasiği okuyan evsiz bir adam; anı yaşayabiliyor olmanın zenginliğine sahip, hatta belki de yaşamı, zaman kavramını iliklerine kadar hissedebilen tek kişi o. Güzel olan yanı ise; eğer onların gözlerini, yüz çizgilerini okumayı başarabilirseniz siz de payınıza düşeni aldığınızı göreceksiniz.
Benim kazandıklarımı soracak olursanız ben de daha yolun başındayım ama artık özellikle o tramvay hattını kullanıyor, onları görünce yanlarından yavaşça geçiyorum. Aralarından biriyle göz göze gelebilmek için çabalıyorum. Anı yakaladığımı, sıcak zihnimin bir tek o an onlarınkine eş düştüğünü fark ediyorum. Şimdilik öğrenebildiğim tek şey, zaman kavramının onların yaşamında saklı olduğu. Fakat biliyorum ki, ben onların yüz çizgilerini okumaya devam ettiğim her an, yaşama dair hiç bilmediğim bir şeyi kucaklamaya da devam edeceğim.
Bilmediğiniz yaşamların yüz çizgilerini okuyabilmeniz dileğiyle…