Bu yıl sekiz martı anneannemle birlikte kutlamak istedim, çünkü o gençliğinde kadın haklarının en ateşli savunucusuydu. Sonraları kadınlara kızar oldu. “Verilen hakların kıymetini bilmeyenlere her şey müstahaktır,” demeye başladı. Aydınlık, ılık, bahar kokulu bir gündü.
Anneannem Yeldeğirmeni’nde oturur. Sofaya açılan dört odası, eskinin o karlı, soğuk kış günlerinde bile sımsıcak olur. Yaz aylarında ise, camları açar denizden esen yelle serinleriz. Ben o evde büyüdüm. Şimdi ikimiz de aynı yaştayız. Yetmiş beş yaşında ve tek başınayız. İkimizin de sırtı, beli ve bacakları ağrıyor zaman zaman. Bu yüzden birbirimizi daha iyi anlıyoruz.
Günün önemine hiç değinmeden, “Gar otobüsüne binip Haydarpaşa’ya gidelim,” dedi anneannem.
“Olur,” dedim.
Kızgın bakışlarla süzdü beni. Bilirdim ‘Olur’ sözcüğünden hiç hazzetmezdi, ama unutmuştum.
“Karakol durağından binersek rahatça gideriz.”
Başımı salladım sonra ekledim. “Biliyor musun garın çatısı yandı. Artık trenler Söğütlüçeşme’den kalkıyor.”
“Demek yandı, bilmiyordum, nereden bileyim… Ya o güzelim vitraylar?”
“Onlar yerinde duruyor üzülme.”
Anneannem pek severdi gar otobüsünü. Bu otobüs Kadıköy Vapur İskelesi’nin hemen yanından kalkar, Talimhane’den geçip, karakolun önünde kısa bir süre bekledikten sonra yokuş aşağı Haydarpaşa garına ulaşırdı. Dönüş yolu ise farklıydı. Bu defa Haydarpaşa’dan kalkar, sahili izleyerek dümdüz ilerler ve yine başladığı yere dönerdi. Ring seferi denirdi adına.
Ben pek sevmezdim bu otobüsü. Başına buyruk bir yapısı vardı. Hareket saatlerini kendi bile hatırlamazdı. Karakolun önündeki duvara yaslanıp onun keyfini beklerdik. Bazen de zor yetişirdik. Durağa doğru koşarken “Dur, dur gitme!” diye bağırdığımızda bizi beklerdi. Hatta bir seferinde durağa doğru geldiğimizi görünce yokuş yukarı geri geri gelip bizi almışlığı bile vardı. Sonuçta mutlaka gelirdi, ama ne zaman geleceğini bir tek kendisi bilirdi.
“Hadi hazırlan çıkalım da akşama vakitlice eve dönelim.”
“Pek iyi” dedim bu defa. Anneannem gülümsedi.
Önce bigudilerini açtı. Taradıkça bembeyaz saçları pamuk gibi kabardı başının üzerinde. Duman rengi naylon çoraplarını, o bildik beyaz keten bluzu ve üstüne lacivert tayyörünü giydi. Küçük bir şapkayı tokayla saçlarına tutturup önden ve yandan çıkan buklelerine tarağın sivri sapıyla şekil verdi. Gözlerine sürme çekti. Lacivert deri çantasını koluna takıp içine uzak gözlüğünü yerleştirdi. Pabuçluktan yumurta topuklu iskarpinlerini çıkartıp nazik ayaklarını içine sokuverdi. Sonra başını kaldırıp ‘hadisene’ der gibi bana baktı.
Gri eşofmanım üzerimdeydi. Spor pabuçlarım kapıda. Kapüşonlu montumu sırt çantamdan çıkartıp giydim. Ceplerine anahtar, para ve telefonumu koydum. Koyu karamel boyalı kısacık saçlarımı elimle taradıktan sonra ‘hazırım işte’ der gibi ona baktım.
“Gene at hırsızına benzedin,” dedi.
Eskiden beri giyim konusunda hiç anlaşamazdık. Bir seferinde özenle eskittiğim kot pantolonumu çöpe atmıştı da günlerce ağlamıştım.
Kol kola girdik ve Karakol durağına doğru yürümeye başladık. Otobüsün huyunu ikimiz de bildiğimizden telaşa kapılmadık. İstediği zaman gelebilirdi, bizim zamanımız boldu.
“Unutturma,” dedi “Manavda Bursa şeftalisi gördüm, sen de seversin ben de dönüşte alalım.”
“Tamam, ama onlar Bursa şeftalisi değil, Antalya şeftalisi.”
“Neyse ne, ama bu mevsimde olacak iş değil.”
“Anneanne artık seralar var. Naylon içinde yetiştiriyorlar.”
İnanmaz gibi şüpheyle baktı yüzüme. Gri kaldırımlardan dümdüz yürüdük. Fransız Okulu’nun, yeşil demir kapılı, üç katlı evlerin önünden geçtik. Hepsinin camında birkaç çiçek vardı. Sardunyalar, Afrika menekşeleri bizi izliyordu geçerken. Pat diye bir ceviz düştü önümüze, hemen ardından bir karga yetişti, gagasıyla kabuğunu kanırtıp afiyetle yedi onu.
“Neden gara gidiyoruz?” diye sordum.
“İskelenin yanındaki banklardan birine oturur, deniz havası alırız. Mendireğin üstüne konan martılarla karabataklara bakar eyleniriz. Ne dersin?”
“İyi fikir”
“Akşama tavuk ve iç pilav var. Üstüne şeftali ve karadut likörü.”
“Senin yaptığından mı?”
“Evet, elbette. Son bir şişe kalmıştı. Onu senin için sakladım.”
“Canım anneannem benim, seni ne çok özlemişim.”
Tam o sırada geldi gar otobüsü, önümüzde durdu. Şoför kapıyı açıp “Haydi biraz acele edin,” dedi. Ahlaya oflaya, apar topar kendimizi zor içeri attık. Hemen kalktı. Tutunmasak yere yıkılırdık. Allah’tan otobüs boştu da en ön sıraya geçip oturuverdik. Şoför bize hiç aldırmadan iri taşlarla döşenmiş yokuştan aşağı, otobüsü hoplata hoplata, hızla iniyordu. Anneannem elimi sıkıca tuttu.
Birden aklıma geldi, şoföre sordum.
“Nedir bu acele? Az kaldı düşürecektiniz bizi.”
“Doğru söylüyorsunuz, ama ben aslında sizin için acele ediyorum. Kuşları fazla bekletmemek gerek. Sizin geleceğinizi duyunca mendireğin üstüne sıralandılar. Bir kara bir ak, bir martı bir karabatak. Fakat bilirsiniz ki onlar kuş sonuçta. Siz gecikirseniz canları sıkılır uçup giderler, siz de bu kadar yolu boşuna gitmiş olursunuz. Haksız mıyım?”
“Haklısın oğlum, teşekkür ederiz,” dedi anneannem.
Ben de başımı sallayarak ona katıldım.
Kuşlar uçup gitmemiş bizi bekliyorlardı. Siyah beyaz, değerli taşlardan oluşan bir gerdanlık gibi mendireğin üzerini süslemekteydiler. Tam karşılarında bir banka oturup sessizce onları izledik ve derin derin nefes alarak mis gibi deniz havasıyla doldurduk yaşlı ciğerlerimizi.
Akşama doğru anneannem gökyüzünü işaret etti zarif parmağıyla. Bulutların arasında bir yazı vardı.
“Görüyor musun?” dedi.
“Evet, ‘insan hakları’ yazıyor” dedim.
“İzle bak, şimdi ne olacak?”
“Ne olacak?”
Güçlü bir rüzgâr bulutları ve aralarındaki yazıyı üfleyip götürdü.
Haydi Kalk” dedi anneannem “Bak gar otobüsü bizi bekliyor. Bu onun son seferi, kaçırırsak eve kadar yürümek zorunda kalırız ve benim hiç mecalim yok.”
“Benim de,” dedim.
Martılar ve karabataklar birer, ikişer havalanıyorken kol kola girdik ve gar otobüsüne doğru ilerledik.