Öylece oturuyorum kaldırımda, saatlerce ayağa kalkabilmek için dua ettikten sonra, bunu yapabilecek gücümün olmadığını idrak ettiğimden beri… İnsanlar öylesine telaşlı, yorgun ve çaresiz ki. Buna rağmen herkes bir tarafa yetişmeye çalışıyor. Buruk bir gururla seyrediyorum onları. Yaralı insanlar omuzlar üzerinde taşınırken toz taneleri savruluyor etrafa onların yüzlerinden, ellerinden… Bir bebek ağlıyor, üniformalı adamlar analık ediyor ona, ışığı görünce sessizce bakıyor etrafa, belki teşekkür ediyor içinden o adama ya da şükrediyor Allah’a. Bense hâlâ o kaldırımda, aynı çaresizlikle izliyorum onları… Sağ çıkan kişilere bakıyorum hepsini aklıma kazımak ister gibi. İnsanlar geliyor, gidiyor… Herkes birbirinin hayatına yetişmeye çalışıyor.
Neden sonra ambulans sesleri daha da artıyor. Panik havası biraz da korkuya bırakıyor yerini. Etrafta dolanan insanları izlerken bana doğru koşmakta olan birisini görüyorum. Yüzü tozdan simsiyah olmuş ama gözleri inadına parıl parıl parlıyor. Yaralı olup olmadığımı anlamak istiyor belli ki. Benim yaramı saramazsın sen, bense öylece bakmaya devam ediyorum adama. – Akraban mı var apartmanda?.. Kim?.. Hangi tarafta oturuyor?.. Eşyalarını tanıyor musun?.. Öyle bir telaşla sıralıyor ki sorularını, hayır derken daha da utanıyorum, ağrılığının altında eziliyorum bu vaziyetin. Sessizce kalkıyorum kaldırımdan, karşımdaki üniformalı gencin alnını öptükten sonra adamın şaşkın bakışlarına aldırış etmeden arkamı dönüp başka bir binaya doğru ilerliyorum.
Karşımda başka bir kalabalık, un ufak olan başka bir bina var bu sefer. Öyle ilginç bir hava var ki, gökyüzünde güneş var ama sanki her an gidecekmiş gibi, belli belirsiz, soluk mu soluk. İnsanlar da hava durumuna ayak uydurmuş gibi belirsizlik içinde, bir yandan ağlıyor, bir yandan gülüyorlar.
Battaniyelere sarılmış bir beden geçiyor önümden, yüzünü göremiyorum ancak yüzünü gördüğüm diğer insanlardan anladığım kadarıyla hayatta değil. Hislerimin yanlış olduğunu kanıtlayacak bir delil arıyorum etrafta. Fakat istediğim değil korktuğum oluyor, bir görevli kasketini fırlatıp volta atmaya başlıyor yolun bir başından bir başına. Ekip arkadaşları sakinleştirmeye çalışıyor onu. Kor durumda olan ortam bir anda alevleniyor yaşlı bir amcanın sözleriyle: “Doğan Apartmanı bir canı daha aldı… Allah belanızı versin inşallah, burnunuzdan gelsin o yediğiniz paralar! Soysuzlar, ahlaksızlar…” Sağdan soldan herkes bela okumaya başlıyor. Kimse kimsenin ne dediğini duymuyor. Söylenenleri duymamak için kulaklarını tıkayan benim aksime… “Sessiz olun!..” Bir anda sessizlik çöküyor sokağa, sağa sola koşuşturanlar duruyorlar, hıçkırarak ağlayan görevli eliyle ağzını kapatıyor, kuşlar kanat çırpmayı bırakıyor, rüzgâr esmiyor yapraklar hışırdamasın diye. Kısa bir an dünya İzmirsiz dönüyor sanki. Sağa sola bakıyor insanlar, bir anda boğazımda düğümleniyor nefesim. Bir kâbus olması için dua ediyorum, kapatıyorum gözlerimi fakat açtığımda yerli yerinde herkes. Göçüğün üstündekiler hâlâ üstte, altındakiler hâlâ belirsizliğin içinde. Neden sonra tekrar hareketleniyor üniformalı kesim, tir tir titreyen bir kedi sesi buradayız der gibi kesik kesik miyavlıyor. Daha fazla dayanacak gücüm de bakacak yüzüm de kalmıyor. Gözlerim kararırken sırtımda beliren asfalt hatırlatıyor bana taşıdığım kamburumun ağrılığını.
Uyandığımda hastanedeyim. Hiç olmadığım kadar çaresiz, alışık olmadığım kadar kimsesiz… Komodinde duran telefonuma güçlükle uzanıyorum, sabah olması birden bütün bunların bir kâbus olması ihtimalini serpiyor yüreğime. Yataktan doğruluyorum, başım hafif dönüyor ama umurumda bile değil bu benim. Yeter ki gerçek olmasın bunlar, bana ders vermek için vicdanımın oynadığı bir oyun olsun. Pencereden baktığımda kül rengi bulutlar görmek içimi karartıyor bir anda, mantığım her hücremi düşünmek için komuta ediyor, istemeye istemeye, takvime gidiyor gözlerim. Ne zamandır hastanedeyim ben?
Ben bu soruya cevap ararken içeri giren hemşire elinde ilaçlarla duruyor, kısa bir bakışmadan sonra iyi olup olmadığımı anlamak için birkaç soruyla yokluyor beni. Öyle belli ki içinden gelerek sorduğu, bugün karşılaştığım herkes gibi. Kimse işinden şikâyet etmiyor; yoğunluğunu, yorgunluğunu anlatmıyor; sormama rağmen üstelik. Onun enerjisini ve işine olan saygısını kaldıramıyorum daha fazla, doktoru çağırmak için çıktığında ben de hızla kalkıyorum yatağımdan. Başım döndüğünden gerisin geri düşüyorum. Ben bu şekilde ayağa kalkmaya çalışırken az önceki hemşire içeri giriyor, ne yapmaya çalıştığımı anlamaya çalışan bakışlarına aldırış etmeyen ben, bu sefer biraz da rol yaparak daha iyi bir şekilde kalkıyorum ve doktora ihtiyacım olmadığını söylüyorum. O an altında ezileceğim bir bakış atıyor bana; merak, merhamet belki biraz da üzüntüyle karışık atabileceği en sağlam tokadı atıyor ruhuma. Depremi sayıklamışım uyurken, tanıdığım biri var mıymış içinde, eğer edebilirse yardım etmek istermiş… Arkama bile bakmadan uzaklaşıyorum buram buram acı kokan o soğuk binadan. Bembeyaz giymiş hemşireler, doktorlar… O odada bir saat bile olsa kalmak ağır geliyor çünkü hak etmiyorum.
Aylardır kafamı kurcalayan, içten içe beni kemiren, bir türlü yüzleşemediğim sorular bir gecede yıkılıyor üzerime, tıpkı göçük olan binalar gibi. Sanki harabe olan binalar değil de benim bedenim. Bütün doğum günlerim içinden en korkuncu şüphesiz bu benim için. Şu anda İzmir’de yaşayan herhangi birini tutup çevirsem muhtemelen aynı tarihin bu yıla ait olan yaprağını gösterecek fakat gerçek, yıllar önce benim doğduğum yıla ait olandı besbelli.
Biliyor muydu acaba babam, doğduğum için adımı verdiği sitedeki apartmanların birer birer yıkılacağını, altından da en çok benim ezileceğimi? Doğan Sitesi… Maalesef ölüm kokuyor bahçesi ve o koku en çok da benim içimi yakıyor şimdi. Artık dayanacak gücüm kalmadığını hissederken sokağın caddeyle bileştiği dik köşesinde duruyorum öylece. Yolun bu dönüşünde ben de bir karara varıyorum, yaşadığım bu ıstırabı bitirmekle ilgili. Hayır, bahsettiğim kendi canıma kıymak değil, fazlasından, benim nefes almamın ardından onlarca kişinin nefesinin kesilmesine sebep olan o kişiden bahsediyorum ve yine hayır, onu öldürmek değil amacım, cezası bu mu emin değilim çünkü. Cezasını çekmesi için bildirmeye gidiyorum babamı; güldüğümüz, yediğimiz, içtiğimiz her dakikaya rağmen, istemeye istemeye karakola gidiyorum şimdi. Az önce saydıklarımı belki yapamam bir daha çünkü babamın eksikliğinde yapamayacağımı biliyorum. Fakat gördüklerimden sonra o yanımdayken mutlu olamayacağımı da biliyorum. Onu başkası da şikâyet edebilir, hatta muhtemelen devletin kendisi de soruşturma açacak ama ben herkesten önce gitmek istiyorum. Gitmek ve göstermek herkese, ne olduğumu ya da en azından olmadığımı. Elimde kalan bir tutam gurura sarılarak sıkıca, gidiyorum. Çıkarmaya ruhumu, göçüğün altından…