Gece geç saatte yatmıştı. Uyku mahmurluğu göz kapaklarına inerken o hâlâ televizyondaki tartışmanın içindeydi. Aslında hiçbir zaman bir yere varamayan, konuların etrafında dolaşıp duran o suya sabuna dokunmayan sözlerin bir sonunun olmadığını biliyor, ama boş boş onları dinlemekten kendini alamıyordu.
Bir hipnozun tam içinde, bir sarkaçın git gellerinde söylenenlere anlamaksızın ‘tamam’ diyordu.
Çoğu zaman kahvede Ahmet Vefik onlardan daha iyi konuşuyordu. Belki de televizyona çıkmak böyle bir şeydi.
Kahvede elinde sigara ile onlarda böyle konuşuyor olabilirdi. Ahmet Vefik’i bir de o ışıkların altında kameraların önünde dinlemek lazımdı. Belki de bir kere konuşup bir daha konuşamayacaktı.
Ne söylediğini kendin bile anlayamıyorsan işte o zaman başarılı olurdun. Öyle demişlerdi. Şimdi anlaşılıyordu, anlaşılması gereken. İki saattir onları dinliyordu. Belki bir saat daha sürecekti program.
Yorgundu, ama hiç yatağa gidesi yoktu. Şu kanepeye kıvrılıp gözlerinin ağırlığına engel olmasa çok güzel bir uykuya dalmış olacaktı. Ama yatağı onu bekliyordu. Ve ne zaman yatağına yürüse, uykusu kanepede kalıyor onunla gelmiyordu.
Uykusunun kanepe sevdiğine emindi. Ama kanepede sabahlamak, ağrı ile uyanmaya razı olmaktı. Bedeniyle uykusunu barıştırmaya denedi. Bir zaman çabaladı. Sonra ne haliniz varsa görün deyip onları kendi haline bıraktı. Şimdi uyku ile yatak arasında seçim yapma zamanıydı ve bu seçim hep yarı uykulu iken olmalıydı.
Ne kadar zaman geçti, dakikalar ne kadar ilerledi, dünya ne kadar döndü bilinmez. Bir sarsıntı, bir gidiş gelişle gözlerini açtı. Bir hareket vardı ve bu başının dönmesinden kaynaklanmıyordu. Ama ne hikmetse paniğe kapılmadı, korkmadı, endişelenmedi.
Yattığı yerden doğrulduğunda serin havayı soludu. Güneşin karşı dağların arkasından doğmak üzere olduğu belliydi. Sarı ışık huzmesi dağın zirvesinden an be an yükseliyordu.
Güzel bir bahar sabahına uyanmak gibisi yoktu. Kuşlar çoktan ötmeye başlamıştı. Sarsıntı bitmemişti ve üzerinde oturduğu tahta divan hareket ediyor, gıcırdayarak adeta karşılık veriyordu.
Saat kaç diye karşıya baktı.
Saat yoktu.
Doğru ya saat salondaydı. Ama karşıda dolapta yoktu.
Yatak odasında değildi. Etrafa baktı, televizyon da yoktu. Aslında eşyaları ama daha önemlisi evi yoktu.
“Sahi neredeyim ben?” sorusu o zaman aklına geldi. Bu tahta kerevit, eski kilimlerden yapılmış örtü, sürekli çıkan o gıcırdama sesi…
“Ben neredeyim?”
İşte o zaman fark etti etrafında duvarlar olmadığını. Televizyon yoktu, o tartışıyormuş gibi yapan adamlar da.
Duvardaki saat, köşedeki dolap, üzerinde yattığı yatak da yoktu.
Doğacak olan güneş acaba kendi güneşi miydi? Sahi neredeyim diye bakındı. Gözleri açılmış, güneşin ilk ışıklarıyla biraz ısınmış ama içindeki ürperti hâlâ geçmemişti.
Sarsıntı durdu.
Öyle endişelenecek bir hareket değildi. Nedense korkmamıştı. Geceyi hatırlamaya çalıştı. Nerede uyuduğuna emin olamadı.
Ama…
Sonrasındaki o soruya bir cevap bulamadı. Bu tahta divana ne zaman gelip yatmıştı? Köyde miydi? Öyle olsa nasıl gelmişti buraya? Kafası dumanlı adama üşüşen o deli sorular, cevap bulamadan öylece kalıverdi ortada. Solunan serin hava biraz üşütünce, yorganı başına çekti.
Desenler, yorgan…
Hâlbuki battaniye vardı gece üzerinde. İşte yine o ağırlık çökmüştü. Bir an göz kapakları idareye hakim oldu. Kapandı tüm ışıklar. Bir karanlığın içine gidiverdi hemen.
Ne kadar zaman geçti bilemedi. Nice zaman sonra göz kapakları beynin uyan emriyle açılıverdi. Ama gözleri hiçbir şey göremedi.
Biraz önce dağın zirvesindeki güneş yoktu. Kapkaranlık ortamın içinde çevreye bakındı. O serin esen yel yoktu.
Göremese de hisleri ona açık bir alanda olmadığını söylüyordu. Ellemese, görmese de ‘burası kapalı bir yer’ dedi kendine. Biraz doğruldu. Kerevitten ses de gelmemişti. Eliyle bir yokladı, eski kilimler yoktu. Kerevit yoktu, üzerindeki de yorgan değildi. Kalın iş kıyafetinin altındaydı. Kaç saat geçti diye merak etti. Eli bir yuvarlak şeye takıldı. Üzerindeki düğmeyi ileriye ittirdi. Fenerin ışığı o zaman yandı.
Etrafına bakındı, siyah kara duvarlardan başka bir şey yoktu. Az ileride büyük bir fener gördü. Onun düğmesine basınca ortalık loş bir ışıkla aydınlandı. Üzerinde yattığı şey bir sedye idi. Ayaklarını doğrultup etrafına bakınca köşede küçük bir ecza dolabını gördü.
Göğsü daraldı. Nefesi zor aldı, zor verdi. Ciğerlerine is ve duman kokusu geldi. Ayaklarını hareket ettiremedi. Uzun kalın çizmeleri o zaman fark etti. Bir odaydı, ama karanlık bir oda. Işık var mı, diye bakındı.
Madenin içindeki revir gibi geldi.
Bir zaman çalıştığı bu yere hangi günün sabahında gelmiş olabilirdi? Sonra işi bırakalı tam sekiz yıl olmuştu.
Karanlıkta başka kimseler aradı. Ama kimsecikler yoktu. Karanlığın efendisiydi bir zaman. Gündüzü de geceydi, gecesi de geceydi.
Ama biraz önce o doğan güneş?
Televizyondaki adamlar, gıcırdayan kerevit?
Hangisi, hangisi gerçek?
Yoksa bu karanlık oda da bir yanılgının iz düşümü müydü? Gözlerini kapattı, o kalın iş kıyafetini üzerine çekti. Uykusu var mıydı, pek emin olamadı. Ama uyumak ve bir daha gözünü açtığında karanlıklardan kurtulmuş olmak istiyordu.
Hangi gerçekliğe uyanacağını bilemeden yolculuğa çoktan evet demişti. Ya da insanın yolculuğu iç içe geçmiş uyanışların ta kendisi idi.
Hangisi o idi?
Hangi uyanış onun gerçekliği idi?