Havalar ısınmaya başladığında köyde trafik artıyor. Sabahın erken saatlerinden gece yarısına kadar arabalar, kamyonlar köyün dar yollarından gidip geliyorlar. Haziranda tatilciler gelene kadar bu hummalı çalışma sürüyor. Şimdilerde sahil balıkçıları, akşam saatlerinde kumların üzerine masaları atmaya başlarlar. Kış gecelerinde Sidikli Kezban ile yaşlıların anlattığı hikâyelerden ürksek bile, birkaç genç toplaşıp iniyoruz kumluğa. Yamaca yeni yapılmış evlerin bahçelerine yaklaşmıyoruz. Yamaçtaki eski evlerin sahiplerinin birçoğu da gelmiyor artık.
Zilli ile Şerafettin’in üç bebesini de alıp Zuzu, Bekir ve tombul Gülnaz ile kumluğa indik. Bebeler, haziranda köyden geldiğimizde daha üç aylıktılar. Uzun yolu yürümekte zorlanınca sırayla enselerinden tutup getirdik.
Getirdik getirmesine de onları koruyamadık. Dilaver; kendisini tekmeleyen, koca göbekli orta yaşlı adamdan kaçarken bir arabanın altında kaldı. Havaların çok sıcak olduğu günlerde küçük sıska bir oğlan bizim minik kızlardan birinin peşinden koşup duruyor, fırsat bulursa da kuyruğundan yakalayıp kaşla göz arasında denize batırıp çıkarıyordu. Hepimizin sinirleri bozulmuştu. Derken küçük kız ortadan kayboldu. Her yerde aradık, hatta makiliğin içine girip domuz ailesine bile sorduk, bulamadık. Şerafettin pek umursamadı ama Zilli çok hırçınlaştı. Önüne geleni patiledi. Kumların üzerine yerleştirilen masalarda yemek yiyenlere rahat vermedi. Çoğunlukla garsonlardan, bazen de tatilcilerden bol bol tekme yedi.
Sonbahar geldiğinde güneş erkenden dağların arkasından kaybolmaya başlar. Dağları aşıp gelen rüzgâr, denizi hırçınlaştırır. Deniz; kıyıdan kumları çeker, derinlere götürür. Tek tük kalan birkaç emekli de, artık bahçesinde plastik sandalye ve masaları üst üste yığdıktan sonra, naylona sarıp duvar kenarlarına yerleştirmeye başlar.
“Koşun! Koşun!“ diye seslendi Zuzu. Ağacın tepesinden fırlayıp bir solukta yokuşun ortasına kadar çıkıp durdu. Biz de hemen Zuzu’nun peşinden koşmaya başladık. Sonunda Semahat teyzelerin bahçesine girdik. Semahat teyze, “Zuzu, gel oğlum gel. Ah benim vefalı Gülnazım, sen de gel!” diye seslendi. Zuzu, iki hamlede yanına vardı. Ama Gülnaz oralı olmadı. Gözümüz bahçenin kenarına bırakılmış yemeklerdeydi. Tıka basa eşyalarla dolu eski araba, tozu dumana katıp da bir çığlıkta yokuştan yukarı çıkıp gözden kaybolunca yemeklere yumulduk.
“Artık köye dönme vakti,” dedi Zuzu.
Kendimi bildim bileli havalar soğuyunca caminin avlusundaki şadırvanın altında toplanırız. Ölmeyi unutmuş, neredeyse yüz yaşında olan Sidikli Kezban “Yamaçtaki evlerde banka memurluğundan emekli yazlıkçılar vardı. Aralarında bir Müdürüm Amca vardı ki…“ diye başlayıp “O zamanlar, hepimiz inerdik kumluğa. Seyfi Bakkal ile Dul Nimet’in büyük oğlu kumlukta çay, su satardı. Sonra bakkalın karısı ile analığı gözleme yapıp sattılar. Karı, Dul Nimet’in oğlu ile kırıştırmaya başladı. Sonra ne olmuştu?” dedi. Birkaç dakika boş boş bakınıp ölü taklidi yapıyormuşçasına uyuyakaldı.
“Balıkçı Memet de arabasıyla sabah denizden topladığı balıkları ekmek arası yapıp satıverirdi,” diye lafı kaptı Balıkçı Memet’in Topal Miço.
“Sen sus lan! Bizi arabanın etrafına yanaştırmıyordun. Biz de karnımızı doyurmak için yazlıkçıların evlerinin etrafında dolanıyorduk,” diye çıkıştı Gülnaz yerinden doğrulup.
“Müdürüm Amca, evlerin yukarısında bize bir lokanta açtı. Yazlıkçılar yemekleri oraya getirip bıraktılar. Ne olduysa o zaman oldu,” dedi. Öfkeyle şadırvanın oluğuna tırmanıp gözden kayboldu.
Herkes anılarını hep bir ağızdan bağıra çağıra anlatırken birden büyük bir kavga koptu. Zilli, “Her şeyin sorumlusu sensin!” diye bağırarak Topal Miço’ya saldırdı. Yüzünü gözünü parçaladı. Miço arka ayaklarını sürüyerek caminin avlusundan çıkıp gitti. Ortalık iyice karıştı. Zuzu bunu fırsat bilip kumlukta büyüyüp serpilen Cilveli Sarımsak’ın peşine düştü, oturağın altında oynaşmaya başladılar. Uyuz Bekir “Zuzu ırz düşmanıdır!” diye bağırıp durdu. Sidikli uyandı, gerindi, öylece kaldı bir müddet. Kendini toparlayınca sallana sallana bana doğru yürüdü. Yanımdaki oturağa zar zor sıçradı. “Ölüp üzerime düşecek,” diye biraz uzaklaştım. Bir şeyler mırıldanıp duruyordu. Merakımdan biraz yanaştım.
”Gülnaz karısı haklı,” diye tekrarlayıp duruyordu. “Ne olduysa o zaman oldu. Yıllar önce hepimiz inerdik kumluğa, kalabalıktık. Kökümüzü kuruttular, kuruttular! Kuruduk kaldık! Cabbar, Cabbar! Terk ettin buraları,” diye boğuk boğuk bağırdı.
“Cabbar kim?”
“Sen Cabbar’ı tanımıyor musun?“ Çapaktan kapanmış gözlerini üzerime dikti. “Pırıl pırıl kapkara tüyleri, çakıl taşı gibi iri gözleri vardı. Bütün kızlar peşindeydi. Şu Topal Miço var ya, onun da babasıydı.”
“Ne oldu ki?” dedim.
“Ne olduysa ondan sonra oldu,” dedi. Oturağa yayıldı. “Bütün kış hayal kurar, haziranda kumluğa inerdik. Yazlıkçıların bahçelerinden akşamları et, balık kokuları köye kadar gelirdi. Cabbar’ın peşine takılır, yamaçtaki evlerin bahçelerine dağılırdık. Bazıları bizden hoşlanmaz, hortumla üzerimize su sıkarlardı. Cabbar’ın, Müdürüm Amca ile arası çok iyiydi. Gülnaz karısı dedi ya, “Müdürüm Amca bize lokanta açtı ,” diye. Heh işte, evlerin bahçelerine değil Cabbar’ın peşinden o lokantaya gitmeye başlamıştık,” dedi. “Cabbar, Cabbar!” diye birkaç kez bağırdı. Bağırırken son nefesiyle kelimeleri ağzından dışarı ittiriyor gibiydi.
“Cabbar nerede?”
“Allah için bu Gülnaz karısı, sarı uzun tüyleri ve beyaz kuyruğuyla güzel mi güzeldi. Cabbar da peşinden hiç ayrılmazdı. Gülnaz yazlıkçılardan birinin bahçesinde bebelerini doğurdu. Bebeleri emzirirken evin oğlu, bebenin birini kaçırmaya kalkınca o da çocuğun yüzünü, gözünü parçalamış. İşte ne olduysa ondan sonra oldu,“ dedi.
“Cabbar neredeydi peki?”
“O akşam üstü hepimiz Cabbar’ın peşine takılıp lokantaya gitmiştik. Yemek yerken Gülnaz’ın çığlıklarını duyunca Cabbar önde, biz arkada koşup yetiştik. Gülnaz ve bebeleri alıp Semahat teyzenin bahçesine sakladık. Köye döndük. Döndük dönmesine de, gece yarısı oldu, bizimkilerden hiçbiri lokantadan dönmedi. Cabbar lokantaya bakmaya gitti. O da dönmedi. Yani senin anlayacağın, o gün lokantadan kimse köye dönmedi.
Sabah olunca yamaçtaki evlerden birine gündeliğe giden Hacı Musa’nın gelini muhtara gidip Gülnaz’ın, çalıştığı evin çocuğunun yüzünü paraladığını, evin beyinin de lokantadaki yemeklerin üzerine zehir attığını bir bir anlatmış. Bunu duyan muhtarın kızı, caminin minaresine çıkıp “Ey Kıyıcık köylüleri! Nerede Mestan, nerede Cabbar, nerede Tarçın? Hiçbiri yok! Lokanta kurup zehirlemişler bu dışarlıklar bizim canlarımızı, duyduk duymadık demeyin!” diye bağırdı. Az sonra köyün gençleri toplaşıp muhtarın evinin önüne geliverdiler. Kimisi ağlıyor kimisi bağırıyordu. İçlerinden biri “Sopaların başlarına eski bezleri sarıp tekrar toplanalım,” dedi. Ellerinde ateşli sopalarla birkaç akşam bağırıp çağırıp yamaçtaki evlerin oraya gidip geldiler. Ama ne fayda! O gün lokantaya gidenlerin hepsini çöplükte buldular.
Sidikli Kezban, bunları anlattıktan sonra ne kadar çok yaşadığının farkına varıp ölmesi gerektiğini hatırladı. Oracıkta öldü.
Bu haziranda yalnız başıma indim kumluğa. Zuzu bütün kış “Artık kumsal bizim için güvenli bir yer değil, artık kimse aşağıya inmesin,” diye tembihledi. Kafam çok karışık. Güneş, bir türlü bulutlardan kurtulamıyor. Sahil lokantalarında bile yaz için hazırlıklar başlamamış. Aaa, o da ne?! Kumların üzerinde biri uzanmış güneşleniyor. Koşarak yanına gittim. Selim abi bu! Geçen yaz bizi kollamıştı. Zarife kızı da sıska çocuğun elinden kaç kere kurtarmıştı. Sevinçle etrafında dolandım, kuyruğumla dürttüm.
“Sen akıllanmadın mı hâlâ? Ne geziyorsun buralarda?” dedi. Küçük kara bir bulut, dağların ardından gelen gümbürtüden kaçıp güneşin önüne yerleşiverdi. Selim abi hiç oralı olmadı. Az sonra dağların arkasından gümbürdeyerek gelen kocaman kapkara bir bulut kümesi, bütün denizin üzerini kaplayıvermez mi? Selim abi, gök gürültüsüyle ayağa fırlayıp denizdekilere “Hadi çıkın çıkın, hava patlayacak!” diye bağırmaya başladı. Denizdekiler neşe içinde top oynarken birden kıyıya doğru hoplaya zıplaya koşmaya başladılar. İçlerinden biri hâlâ dalgalarla oynamaya devam ediyordu. Kıyıya doğru “Ah, ne güzel yağmur yağıyor! Hadi hadi, yağmurda yüzelim, kaçmayın,” diye seslendi. Kıyıya ulaşanlar da Selim abiye katılıp “Çık denizden!” diye bağırdıkça denizdeki kız “Lay lay lom!” diye bağırıp karşılık veriyordu. Kıyıdakiler bağırmaktan vazgeçip beklemeye başladılar. Yağmur şiddetlenmişti ama deniz durgunlaşmıştı. Az sonra denizdeki kız kıyıya çıktı. Kızıl dalgalı saçlarından, kocaman ağzından kızı hemen tanıdım.
İki yıl önceydi. Annemle beni büyük bir çantanın içinde uzak bir yoldan getirdiler buraya. Annemi emiyordum daha. Evin bahçesinde oynuyorduk. Kızıl saçlarının arasına saklanmayı çok seviyordum. Sonra annemi alıp beni burada bırakıp gittiler. Çok korktum, çok ağladım. Zuzu ile o zaman tanıştık, köye dönerken beni de götürdü, benim en iyi arkadaşım oldu.
Koşarak köye döndüm. “Zuzu! Zuzu! ” diye bağırıp dolandım durdum. Zuzu çıkıp geldi.
“Ne bağırıyorsun?” diye çıkıştı bana.
“Ben annemin yanına gideceğim. Bana yardım et.”
“Nereden bulacaksın anneni, delirdin mi? Burada mutlu değil misin? Bak gezip tozuyoruz beraber, avlanmayı da öğrendin.”
“Annemin sahibi kız gelmiş, kumlukta gördüm onu. Burada korkuyorum ben. Sidikli’nin anlattıklarından, kumlukta yaşadıklarımızdan beri bir evim olsun istiyorum. Lütfen bana yardım et,” diye yalvardım.
Zuzu “İstediğin özgürlük mü, güvenlik mi?” diye sordu.
Zuzu’yla beraber koşarak kumluğa indik. Yağmur durmuş, güneş açmıştı. Selim abi, kızıl saçlı kız ve arkadaşları güneşleniyorlardı.