Kendi hâlinde bir kitap kurdu. Kitaplarla Lise 1’de Kartal Lisesi’nde bir edebiyat öğretmeninin zoruyla tanışmış. İyi ki de tanışmış.
Ömrünün 2000-2006 yılları arasına denk gelen altı yılını, içinde Müge İplikçi, Elif Şafak, Murat Belge ve Fatih Özgüven gibi bolca yazarın bulunduğu İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde, sonrasındaki on beş yılını da Sabancı Üniversitesi’nin Bilgi Merkezi’nde geçirmiş ve geçirmeye devam eden Özel, yıllar geçtikçe mesleğine âşık olmuş, çokça kitap okumuş, okuduğu kitapların birikimiyle de içindekilerini "BBY Haber Portalı" isimli mesleki sitede, Abbas Güçlü’nün yönettiği Türkiye’nin en büyük eğitim portalı olan Eğitim Ajansı’nda ve son olarak da Müge İplikçi’nin öncülüğünde çıkan Mikroscope dergisinde elektronik kâğıda döken biri. Öykü yazmayı da çok seven Özel, "COS" başlıklı bir öyküsü “Öykü Gazetesi”nde yayımlanınca o gün heyecandan sabaha kadar uyuyamamış.
Sabancı Üniversitesi İnsan Kaynakları biriminin organize ettiği "Hobi Atölyesi" kapsamında iki yıldır bir kitap kulübü koordinatörlüğü de yapan Özel, kitap okuma aşkını herkese bulaştırmaya kana kana and içmiş bir kitap elçisi.

Haziran ayı, benim için hem iyiyi hem de kötüyü temsil ediyor. En sevdiğim mevsimin haziranla başlamasına sevinirken 21 Haziran’dan sonra günlerin kısalma sürecine girilmesi, bende derin hüzünler yaratıyor. Açık söylemek gerekirse hüznümün kaynağı, yazın bitmesiyle beraber eylül ayının gelip okulların yeniden açılacak olması. 2004’te yüksek lisansımı tamamlamış olmama ve üstünden neredeyse yirmi yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen, sanki her eylül ayında ben de okula gidecekmişim gibi hüzünlenirim. Söylemesi ayıp, eylül ayından hep nefret etmişimdir. Gerçi üniversite hayatım da bittikten sonra çalışma hayatımı üniversitelerde sürdürdüğüm için hâlâ okuyormuşum gibi hissediyor olabilirim. Yine de üniversite çatısı altında olup da sınavlara girmemek büyük bir keyif.

Yaz mevsiminin habercisi olan hazirana çok yüklendiğimi fark ettim. Onun gönlünü almak için elinden tutup bizim düğünlere götüreceğim.

Çocukluğumda bizim için en büyük eğlencelerden biri de düğünlere gitmekti. Biz -babam hariç- ailecek düğünlere gitmeye bayılırız. Babam nedense hiç sevmez. Babam için düğünler, takı takılıp hemen eve dönülmesi gereken bir ritüeldir. Bizim için ise düğün, keyfi sonuna kadar çıkarılması gereken bir eğlencedir. 

 

Benim gençlik kahramanlarım, davul zurna çalan ikilinin eli tokmaklı olan kişileriydi. Davul çalanlar benim gözümde çok karizmatik bir hâle bürünürlerdi. Bir yerde oturup davulcuyu seyrederdim dakikalarca. Davul bana çok kutsal bir şeymiş gibi gelirdi. İnceler dururdum. Gergin derinin her tokmak vuruşunda nasıl da patlamadığını düşünürdüm. Sonra o ince çubukla ne güzel bir ikili yarattığını görürdüm tokmağın. Davul ve zurnacı ne zaman mola verip biraz soluklansa bir kenara bırakılan tokmağı kapıp davula vurmaya çalışırdım.

Çok yakınlarımızın düğünlerinde abim ve Kartal Halk Eğitim Merkezi’ndeki folklor kursuna giden arkadaşları (Folklor ekibinin tam kadrosu da şu şekildeydi: Fuat abim, Zeynel, Arif, Haydar, Muzaffer, Engine, Saliya, Sabriye, Feride, Cihan, Nurali, Ali, Aslan, Metin) yöresel kıyafetler giyip farklı yörelerden halk oyunları oynarlardı. Bir keresinde ablamın düğününde de böyle bir gösteri yapmışlardı. Üstelik abim o sıra askerlik görevini yapıyordu. İzin alıp gelmiş ve çok kısa bir sürede folklor ekibini de düğün için organize etmişti. Onlar sahneye çıktığında abimi yöresel kıyafetlerle görünce hayran hayran ona baktım. Gururlandım da üstelik. Oyunun bir yerinde hep birlikte ve yüksek sesle “Haydi gençler, ha ha ha!” diye bağırmaları çok etkileyiciydi.

O zamanki düğünlerde üç farklı müzik çıkardı. Sırasını hatırlamıyorum ama bir halk müziği, bir sanat müziği ve bir hafif müzik sanatçısı mutlaka çıkardı. Bu düğünler sayesinde her telden repertuvarımız genişlerdi. Büyüklerimiz peçetelere şarkı istekleri yazar, biz küçükler aracılığıyla şarkıcıya ulaştırırlardı. İstekleri çalınınca da mutlu olurlardı. Dans pistinde evli çiftlerin yanı sıra erkek ve kız kardeşler ile çok yakın iki kız arkadaşın birbiriyle dans etmesi çok olağandı. Düğünün en güzel sahnelerinden biri de kurabiye ve meşrubatların dağıtılma telaşıydı. Şu, o günlerin popüler diyaloğuydu:

-Sizin masaya kurabiyeler geldi mi, yenge hanım?

-Kurabiyeler geldi ama kolalar gelmedi.

Hemen bi’ koşu iki üç tane kola, iki üç tane de sarı kola gelirdi. Markalar da pek bir çeşitliydi: Coca Cola, Pepsi, Yedigün ve RC Cola. Anneler çocuklarının kola içişlerindeki telaşı görür ve onlara kıyamayıp “Benim kolayı da iç,” derlerdi.

Kartal’daki en efsane düğün salonlarından biri de Burç Düğün Salonu’ydu. “Çocukları pistten alalım,” demelerine gerek kalmadan pek çok çocuk, salonun girişindeki küçük bir sinema salonuna doluşur, beyaz perdenin büyüsüne kapılır ve sesleri solukları çıkmadan filmi izlerlerdi. Fırsattan istifade büyüklerin bir kısmı pistte en kıvrak dans figürlerini gösteredursunlar, davul zurnayı bekleyen daha büyükler ise halay başı olup bütün hünerlerini gösterirlerdi. Halay başını çeken yaşını almış büyüklerim genelde dayılarımdı: Yadigar dayım, rahmetli Hasan dayım ve daha bugün (yani seçim günü) hayatını kaybeden Şevket dayım. Babam da nadir olsa da halay başı olurdu. Kimi gençler haddini bilmez, onların elinden mendili alır, halay başı olurdu ama bazen de mendili vermezlerdi. Oyun bitene kadar onların yaptığı öz güvenli figürleri ağzım açık izlerdim.

Sizin anlayacağınız, ne o eski haziranlar kaldı ne de o eski düğünler… Zurna eskisi gibi ötmüyor. Tokmak eskisi gibi vurmuyor davula. Şarkı isimleri yazılıp sanatçılara ulaştırılan peçeteler, kişisel tarih sayfamdaki yerini çoktan aldı bile. Yazın habercisi olan haziran ayı, kütüğünü hazan mevsimine aldıralı çok oldu. 

 

İşte bu yüzden haziranın ilk on beş günü yaz, son on beş günü hazandır benim için.