(Edirne’de 2 Şubat 2022 gecesi donarak ölen on dokuz mültecinin anısına…)
Ben bir cesedim artık, gencecik bir ceset! Öyleyse nasıl düşünebiliyorum hâlâ, nasıl oluyor da yaşamadığımın farkındayım, bilmiyorum. Emin olduğum tek şey, şu an buz gibi bir morgda yattığım ve o on sekiz kadersiz insanla üç gün önce aynı sonu paylaştığım… İpsala’dan buraya getirilirken artık soluk alıp vermediğimi hissediyordum, evet ama etrafımda olup biteni duymam ve Türkçeyi gayet iyi bildiğim için, akıbetimizin ne olduğunu anlamam bende gene de şok etkisi yarattı, itiraf etmeliyim bunu. İnsan yirmi yaşında ölünce, hem de bu şekilde, sadece yirmi yıl yaşayıp -yaşadığı yıllara “yaşam” denilebilirse tabii- hayata veda edince, buna inanması hiç de kolay olmuyor.
Evet, İstanbul’daki Adli Tıp Kurumu’nun bu sevimsiz morgunda (Hangi morg sevimlidir ki zaten!?!) tam üç gündür tutuluyoruz hepimiz. Türk yetkililer o uğursuz gecenin sabahında bizi kurtarmaya geldiklerinde, neredeyse tamamen çıplak olduğumuzdan, üstümüzde kimliklerimizi arama gereği bile duymadılar. Kardeşimle beni, sığınıp kaldığımız bir traktörün dibinde, birbirimize sarılı hâlde buldular. Hareket edemiyor, konuşamıyor, gözlerimi açamıyor, hiçbir tepki veremiyordum. Olan biten her şeyi duyabiliyordum ama. Kaskatı kesilmiş sol kolumu kardeşimin sağ kolundan zorla ayırabildikten sonra, nabzımı tutup “Ölmüş,” dendiğini gayet iyi hatırlıyorum. Birkaç dakika geçmeden “Bu da yaşamıyor,” dedikleri kişi de kardeşim olsa gerek. Sonra toplamda on dokuz ceset, hep beraber getirildiğimiz İstanbul’da, otopsi işlemlerinin başlaması, donarak öldüğümüzün tescillenmesi ve ilerleyen günlerde “Benim yakınım olabilir,” diye başvuranların çıkabileceği düşünülerek mukayese ve tespit için her birimizden DNA örneklerimizin alınması… Nereden bilsinler sahipsizliğimizi, kimsesizliğimizi ve konsolosluklarımız için artık bir rakam bile olmadığımızı, nereden bilsinler ki? Bir buçuk hafta daha bizi arayıp sormazsa kimse, buradan da doğru kimsesizler mezarlığına! Hakkımızda elde edilen bilgiler doğrultusunda bizim için verilen dosya numarasının, o mezarlıktaki tek kimliğimiz olacağı gerçeği ne acı, değil mi? Mezar taşlarımızın üstünde ismimiz bile yazmayacak; ruhlarımıza bir Fatiha okumak için gelenimiz de olmayacak.
Oysa… Böyle bir sonu ve sadece yirmi yıllık bir hayata sahip olacağımı küçükken hiç hayal etmemiştim. Başka hayallerim vardı ama. Koşa koşa gittiğim okulumdaki bazı zamanlar, sorulara doğru cevap verdiğim ve parıldayan masmavi gözleriyle öğretmenimin beni onayladığı zamanlar, doktor olmayı hayal ederdim. Bir şarapnel parçası ile başından yaralanıp hafızasını kaybetmiş olan annemi iyileştirmeyi, babamın sürekli ağrıyan karnına şifa olmayı, ninemin ovuşturmaktan derisini tahriş ettiği dizlerine çare bulmayı ne çok isterdim. Sonra bir gece gökyüzünde uçaklar gördük ve hayatlarımız bir daha eskisi gibi olmadı hiç. Yaşamakta olduğumuz o köhne binaya varil bombası attılar. Kaçabilen kaçtı. Kaçamayan öldü. Annem öldü. Babam öldü. Ninem öldü. Ben yaşıyordum. Kendime geldiğimde kucağımda kardeşim, sırtımda derin bir acı vardı. Evimizin camları inmişti. Komşulardan biri arabası ile hastaneye götürdü beni. Meğer şarapnel parçaları girmiş sırtıma. Doktorlar tek tek çıkardı her birini. Canım çok yandı. Kurtulmuştum. Kardeşim de sağdı ama insan yaşadığına sevinemiyordu bile çünkü hayat çok zorlaşmıştı. Su ve elektrik kesilmiş, açlık başlamıştı. Evde yiyecek hiçbir şey yoktu. Sağlam kalmayı başarmış birkaç parça eşyayı da sattıktan sonra ve artık satacak başka bir şey kalmadığında, gökyüzünde daha çok savaş uçağı görmeye başladığımızda, çocuk aklımla bile işlerin burada artık kolay kolay düzelmeyeceğini anlamıştım. Çok geçmeden, savaşçı ağabeyler gelip bombardıman riskine karşı bütün evleri boşaltmamız gerektiğini söyledi. Bu yüzden ertesi gün, beni hastaneye götüren o komşumuzun arabasıyla sınıra yakın bir yere gittik. Havanın kararmasını bekledik. Hava kararınca, kardeşimi bir bezle sırtıma bağladım ve yürüdük. Hiç durmadan, saatlerce yürüdük. Sınırı geçtik. Yol boyunca birçok kontrol noktası ve silahlı adamlar gördük. Korkuyordum ama bunu pek umursamadım çünkü evimizdeyken duyduğum uçak seslerinden daha çok korkardım. Sabaha karşı, adını bilmediğim bir Türk köyüne geldik. Türk askerleri bizi Şanlıurfa’daki bir kampa götürdü. O kampta yaklaşık bir ay kaldık. Sonra da Altınözü’ne getirdiler bizi. İki yıla yakın da burada yaşadık kardeşimle. Küçük olduğumuz için kardeşimle beni, bizim memleketten bir aileye teslim ettiler. Onlara ücretsiz verilen bir evde yaşadık hep beraber. Altınözü’nde birlikte yaşadığımız o aile iyiydi ama yedi çocuklu bir aileye eklenmiş olmak hiç kolay değildi. Evin anası şefkatli bir kadındı ancak insan hep kendi anasını, kendi anasının sıcaklığını arıyor işte. Hiçbir kadın, öz ananın yerini tutmuyor. Anamın arada bir kıçıma şaplattığı, beni azarladığı günleri bile deli gibi özlemiştim desem? O günleri hatırladığımda derin, çok derin bir hüznün içinde boğuluyormuşum hissine kapıldığım geceler geliyor aklıma. Vatansızlık bir yandan, aynı anda hem öksüz hem yetim kalmış olmanın burukluğu diğer yandan, öyle akıp gitti işte iki yıl. Sekteye uğrayan eğitimim, doktor olmaya dair kurduğum tüm hayallerimin katili oldu. Kendi ülkemde olan bitenler, benim hayatımı yemişti belki ama kardeşimi mahvedemeyecekti. İzin vermeyecektim buna ben. En azından canımızı kurtarmıştık artık. Bizim oralarda “Eşeğin kuyruğu gibi, ne uzar ne kısalır,” derler; Hatay’da kalmaya devam etseydik eğer, durumumuz öyle olacaktı. Açlık sınırında yaşıyorduk çünkü. İş bulmak zordu. İnsan gibi yaşamak rüyaydı. O yüzden, atladığımız gibi bir otobüse, kardeşimle İstanbul’a geldik. İlk işim, Suriyeli çocukların gittiği bir okula kardeşimi yazdırmak oldu. Suriye’de alabileceği eğitimin aynısını burada alacak, bir de gönüllü Türk ablalardan Türkçe öğrenecekti okulda. Ben Şanlıurfa’daki kampta öğrenmiştim Türkçeyi. Akıcı konuşamasam da henüz, duyduğumu bayağı iyi anlıyordum. İstiyordum ki, kardeşim her anlamda daha iyi olsun benden, hayatını kurtarsın, mülteci olmanın sıkıntılarını mümkün olduğunca az yaşasın. Bu yüzden bir tekstil fabrikasında iş buldum hemen. Hatay’da yanlarında kaldığımız Suriyeli ailenin akrabaları varmış İstanbul’da. Sağ olsunlar, onlar evlerini açtılar bize. Gerçi on sekiz kişi, iki göz odayı paylaşmak zorundaydık ama olsun. Ev evdi işte. Başımızın üstünde bir dam, bizi soğuk ve yağmurdan koruyan dört duvarımız olmuştu İstanbul gibi koskoca bir şehirde, buna da şükürdü. “Allah, şükredene nimetini artırır,” derdi babam. Şükretmek kıymetliydi. “Elhamdülillah,” demek önemliydi. Bana öyle öğretildi. Bana şükretmek öğretildi, evet ama gün ağarmadan çalışmaya başlayıp karanlık çöktükten sonra eve gitmeme rağmen, kazandığım para ayda sadece 500 liraydı. Sigortalı değildik. Hastalandığımız gün, o 500 lira da eriyip gidiyordu. O yüzden hastalanmamak ve her daim çalışabilmek için gece gündüz dua ediyorduk. Azıcık uyuyup dinlenebileceğim tek günde de semt pazarında hamallık yapmaya başlayınca dualarım bir türlü kabul olmuyor, biraz daha para kazanabilmek için hiç ara vermeden çalıştıkça daha sık hastalanıyor, bu da maaşımın eksilmesine yol açıyordu.
Bir gün bir fabrika çalışanından Avrupa’da şartların Türkiye’dekinden daha iyi olduğunu duydum. Kaybedecek neyim vardı ki? Burada da çalışıyordum deli gibi, orada da çalışırdım. İyice çıkmıştım insanlıktan zaten. İki küçük valiz hazırladığımız gibi, kendimizi Esenler Otogarı’nda bulduk kardeşimle. Deniz yoluyla Avrupa’ya geçmeyi aklımdan dahi geçirmemiştim. Yunan Sahil Güvenliği tarafından patlatılan lastik botlara ve boğularak hayatlarını kaybeden memleketlilerimize dair aldığımız haberlerin ardı arkası kesilmiyor, bu ihtimali düşünmek bile tüylerimi ürpertiyordu. Yok, bunu asla göze alamazdım. Kardeşim de, ben de yüzme bilmediğimiz için en mantıklı seçenek, kara yolunu tercih etmekti. Öyle de yaptık ancak evdeki hesabın çarşıya uymayabileceğini hiç kestiremedik.
Otobüstekilerin yarısından çoğu; tıpkı bizim gibi, İpsala’daki otogarda inip Yunanistan sınırına gitmek isteyenlerden oluşuyormuş meğer. Saat neredeyse gecenin onu olmuştu ve sınıra iki saatlik yürüyüş mesafesi kadar yakındık artık. Sınır yürüyüşlerine çocukluğumdan beri alışkın değil miydim zaten? Alışkın olmadığım, böylesi bir soğuktu ama. Üstümüzdeki montlar, boyunlarımızdaki kaşkoller bile yetmiyor gibiydi bizi sıcak tutmaya. Alt ve üst çenemin birbirine vurmasına engel olmaya çalışırken tam, ne ara Yunan sınır devriyeleriyle karşı karşıya geldik, ne ara kıyafetlerimiz çıkarılıp darp edildik, hatırlamıyorum. Her şey o kadar kısa bir süre içinde olup bitti ki… Coplar çıplak sırtıma inerken benim tek amacım, üstüne kapandığım kardeşimi koruyup kollamaktı. Sonra valizlerimizi, telefonlarımızı, kıyafetlerimizi, ayakkabılarımızı bir devriye arabasının içine atan Yunan yetkililer tarafından darp edilerek Türk sınırına geri sürüldük. Çamurlaşmış toprağa bata çıka vücutlarımızı taşımaya çalışan ayaklarımızı hissetmiyorduk artık. Dondurucu soğuk, oramıza buramıza yediğimiz sopalardan daha korkunç bir hâl almış ve rüzgâr beynimizi uyuşturmuştu sanki. Yunan devriyesi aniden kayboldu ortalıktan. Gruptaki herkes çil yavrusu gibi dağıldı. Mırıldanmaların, ağlayışların, yakarışların, çığlıkların yerini, esip gürleyen rüzgârın nefesi aldı. Elinden tutarak yol almaya çalıştığım kardeşimin sesini bile duymaz olmuştum neredeyse. Karanlıktan önümüzü göremiyor, el yordamıyla sığınacak bir yer arıyorduk. Vücudumdaki her uzuv ağrımaya başlamış, önce el ve ayak parmaklarım, sonra burun ve kulaklarım hissizleşmişti. Dev lastiğinden traktör olduğunu anladığım aracın dibine bıraktık bedenlerimizi kardeşimle. O titredikçe daha çok sokuldu bana ama bunu da hissetmiyordum artık. Bir an, sadece birkaç dakikalığına tüm ağrılarım yok olur gibi oldu. “Bak, daha iyiyiz şimdi,” demeye çalıştım ona ama konuşamıyordum. Evet, ağzımı dahi açamıyordum! Düşüncelerimi toplayamıyor, kelimeleri değil söylemek, beynimin içinde dahi arka arkaya getiremiyordum. Sesim yok olmuş, uçup gitmişti sanki! Ağzımdan çıkmayı başaran son kelime “Elhamdülillah!”, aklımdan geçen son iki cümle “Buna da şükür, benim güzel kardeşim. Allah, şükredene nimetini artırır,” olmuştu.