Leyla’nın yorgunluktan canı çıktı.
Bütün gün iki yıl önce bağırsak kanseri teşhisi konmuş ve vücuduna metastaz yapmış olan seksenlik Dilara Hanım’la uğraşıp durmuştu. Devlet İstatistik Enstitüsü’nde uzun yıllar bölge müdürlüğü yapmış olan Dilara Hanım, mesleki bir deformasyonla Leyla’nın yaptığı sarmaları (seksen üç taneydiler ve Dilara Hanım’ın ertesi günkü doğumgünü için sarılmışlardı) hiç ama hiç beğenmemiş ve bir kısmını, daha sıkı sarsın diye yeniden açtırtmış ve sil baştan sarmasınıistemişti. Leyla, iyi kalpli, sakin bir kadındı, ‘ya sabır’ diyerek tekrar işe koyuldu ve sarmaları yeşil kılıflarından kurtarmaya çabaladı. Lakin, sarmalar, içlerinde taşıdıkları muhteviyata fazlasıyla bulaşmış ve Leyla’ya geçit vermez bir haldeydiler. Özetle böyle. İşin bir diğer özet kısmı ise Dilara Hanım’dı; hatun, bedenini kuşatmış olan kanserin dermansızlığının tamamını hasta kokan odasında bırakmış, denetçi bir müdirehanım edasıyla mutfağa dalıp Leyla’ya işini öğretmeye kalkmıştı. Sonrasında ise en beteri gelmişti. İkilinin aralarında hemen her gün gezinmekte olan gerginliği o dakikada sözcüklere taşımıştı Dilara Hanım ve zurnanın zart dediği o yerde kalakalmıştı: ‘Hepiniz aynısınız… Hırsızsınız, hırsız!’ Bu ağır sözcüklerden ve ithamdan beslenen yaşlı kadın cümlesi, Dilara Hanım’ın o zamana kadar Leyla’ya taşıdığı, başkayardımcıkadınlarçok beterçok dedikodusunu ve taşıma suyla değirmen dönebilir biçiminde şekillenen diyaloglarını lime lime etmeye yetmişti.
Leyla Dilara Hanım’ın yüzüne ters ters baktı ve ‘ben bu işte artık yokum Dilara Teyze’ dedi. Dilara Hanım uzun yıllar, özellikle de kocasının yaşadığı dönemlerdeki halini hatırladı o zaman ve Leyla’ya iyice diklendi. ‘Gidersen git hırsız, bana ne,’ dedi ters ters. Yirmi dakika sonra Leyla’nın sertçe çarpıp çıktığı kapının gerisinde onu bekleyen yalnızlığa sindi ve hasta kokan odasının garaja bakan penceresine yaslandı. Ne çok araba vardı garajda. Bir tanesinin kendisini almaya gelen makam arabası olduğunu hayal etti. Şu lacivertten bozma Renault canım! Sonra ‘Devlet İstatistik Müdürlüğü affetmez,’ dedi Dilara Hanım dolu dolu ve gerisini getiremedi. Sonra geliyorum dercesine el etti pencereye, laci makam arabasına. Bunu yaparken yeşil gözlerinden buruşuk yanaklarına inen pörsümüş gözyaşlarını da fark edemedi ve ‘nerede dünkü yağmur, nerede bu; ahmak ıslatan, ahmakların üzerine yağar, ne olacak hıh!’ deyiverdi.
Bu gözyaşlarının farkında olmayan bir diğer kişi ise Leyla’ydı elbette. Nedense içi bir tuhaftı. Sanki biri onu takip ediyordu ya da edecekti. Bu kadın yapardı yapar. Evin karşısındaki caddeye geçip minibüs beklerken ‘huysuz karı’ deyiverecekti. ‘Al o sarmaları da’ diye başladığı cümle serseri bir minibüsün önünde aniden fren yapmasıyla dağılacak, dağılmak ne kelime tuzla buz olacaktı. Leyla, mecburen, bambaşka bir sahneye geçecekti. Dünkü deli yağmurdan kalma suların, oynak kaldırım taşlarına saklanıp, önünde aniden duran minibüs lastiğine tırmanması, geri tepmesi ve nihayetinde cılız Leyla’yı acımasızca sarıp sarmalamasıydı bu.
Minibüse bindiğinde sudan çıkmış balık gibiydi Leyla ve Dilara Hanım’a edemediği küfürleri üzerindeki eski ve yaşlı yağmur sularından çıkarmaya niyetliydi. Ancak o sırada üzerinde bozuk parası olmadığını hatırlayacak ve Dilara Hanım’ın mutfağında bıraktığı ‘ya sabır’ ları çekmeye kaldığı yerden devam edecekti. Bereket minibüs şoförü kendi havasındaydı; Leyla evine varana kadar girmediği çukur, bozmadığı para, durmadığı durak kalmadı. Sanki birilerine bir işaret bırakıyordu. Leyla ya sabır dedikçe çukurlar büyüdü, yol uzadı, paranın altı üstü bozuldu, Dilara Hanım ve sarmaları, önce Dilara Hanım’ın odasına, sonra oradan taşıp evin garajına, Leyla’nın tövbe estağfurullah nereden çıktı şimdi bu dediği, dininde imanında yeşil bir örtü gibi yayılıverdi.
İş bununla da bitmedi, o yeşil örtü, yeşil bir halıya dönüşerek Leyla’nın minibüsten indiği kaldırım taşında kendini var ediverdi. Leyla bir yeşil halıya bir minibüse, bir de dönüp kirli yeşil evine baktı. Evinin giriş kapısından sızan soğan kokusunu takip ederek nohut oda bakla sofa evine adım attığında ‘çok şükür’ diye derin bir nefes bırakıverdi. Artık çay suyunu koyabilir, yorgun el ve ayaklarını bezgin çekyata bırakabilirdi. Tam bu hayali kuracakken evinin muhabbet kuşu kılıklı zili ötüverdi ama gidip hemen kapıyı açmadı. Hırsızlardan çok korkardı Leyla.Her ne kadar Dilara Hanım… ‘Neyse bırak Dilara’yı’ dedi kendi kendine, ‘Bırak’… Sonra pencereden aşağı baktı. Az önceki yeşil halının serildiği kaldırımda gençten bir adam ona el ediyordu. Eyvah!
Kalbinden hızla geçen ‘Kimsiniz?’ sorusu caddeden savrulan bir minibüsün peşine takıldı gitti. Adamın söyledikleri de onlara.
Geriye kala kala evin içerisinde çırpınıp duran muhabbet kuşunun ısrarlı ötüşü ve ta aşağıda, genç adamın işaret diliyle yineleyip durduğu kapıyı açar mısınız sorusu kalmıştı. Muhabbet kuşu durmuyor, günün tarumar özeti etrafta fink atıyor ve evet sarmalar, geçmişi yakın geçmişe sarıp sarıp bırakıyordu. Bir keresinde evini talan eden hırsızlar nasıl da korkutmuştu Leyla’yı. Leyla bocalamasın da kim bocalasındı! Sonra muhabbet kuşu bir kez daha öttü, bir kez, bir kez daha.
Hırsızın böyle bir muhabbeti olamaz diye düşündü Leyla. Üstelik adamda hırsız tipi olmaması bir anlık gaflete düşmesine yol açtı ve gidip Ya Allah diyerek otomatiğe bastı. İki dakika sonra adam karşısındaydı.
Refik Sağlam’ın evi mi? Aşağıdaki adamdan şimdiki adama dönüşen geniş zamanın sorusuydu bu ve korkutucuydu.
Leyla hem evet dedi hem de hayır. Bu yüzden adam bir kez daha sordu aynı soruyu.
Leyla’nın kafası iyice karışmıştı. Bu adamın bizimkiyle ne işi olabilir ki diye çarptı göğüs kafesindeki kemikler birbirine. Yine de minibüsün peşine saldığı kimsiniz sorusu bu kez aklına düşmekte gecikmedi.
Adam o zaman Dilara Hanım’ın sarma rengi gözleriyle baktı Leyla’ya ve ağzını tıka basa doldurarak Devlet İstatistik Enstitüsü’nden geldiğini söyledi.
Leyla o zaman gayriihtiyari bir biçimde ‘Sizi Dilara Hanım mı gönderdi?’ diye soruverdi. Aklına yine Dilara Hanım’ın mutfağında sarıp sarmaladığı sarmalar gelmişti. Sarmalar mı eksik çıkmıştı yoksa? Ama, dedi Leyla, içinden, her şey birbirine karıştı. Seksen üç taneyi bulmak zor.
Adam hem evet dedi hem de hayır.
O da ne demekti şimdi?
Aradaki bir nefeste, ‘seksen üç taneyi yeniden biraraya getirememiş olabilirim,’ dedi Leyla. ‘Benim hatam…’
Adam öylece yüzüne bakıyordu bulunduğu kirli yeşil sahanlıkta.
‘Bir tabure verebilir misiniz?’ dedi nihayetinde.
‘Niye ki?’ diye kekeledi Leyla. ‘Hepi topu sarmaydı bunlar,’ dedi. ‘Tamam bir iki tane ağzıma attım sararken ama seksen üç tanenin yanında lafı mı olur!’
‘Size soracağım sorular var,’ dedi adam hiçbir şey duymuyormuşcasına. ‘Vereceğiniz cevaplar bizi çok ilgilendiriyor. Türkiye genelinde on dört bin ailenin içerisinden seçilmiş bir çiftsiniz ve profiliniz binlerce ailenin profiline uyuyor. Size soracaklarım var!’
Leyla o zaman normalde hiç hatırlamayacağı bir şeyi aniden hatırlamışçasına kendini bile şaşırtan bir sesle sahanlığa doğru bir çığlık attı: ‘Kocamı arayacağım.’
‘Buyur ara,’ dedi adam hiç istifini bozmadan.
Telefona çıkan Refik’in sesini, on dört bin ailenin eşliğinde hep birlikte duydular sonra:
‘Ne var!’
Leyla kocasına tam Dilara Hanım’ın sarmalarından ve adını tam olarak söyleyemediği Devlet neydi, İstak, ay diyemedim işte, tam da oradan bahsedecekken ‘Defet o pezevengi, etraf hırsız kaynıyor manyak mısın!’ diye bir ses duyuldu. Bu Refik Sağlam’dı.
Devlet İstatistik Enstitüsü tarafından aranan Refik Sağlam. Profili binlerce aileye uyan örnek aile reisi.
Kapıdaki adam yine hiç istifini bozmadan hem Leyla’ya hem de telefondaki Refik Sağlam’a (biraz kendini kaybetmişti sanki) ‘beni ciddiye alacaksınız, beni ciddiye almazsanız size yapacağımı bilirim! Bir devlet memurunu ciddiye almamak ne demektir size gösteririm ben,’ dedikten sonra hukuki bir sürü laf etti. Bunların başında da bilmem kaç sayılı kanuna göre Devlet İstatistik Enstitüsü’nün sorduğu sorulara cevap vermenin bir vatandaşlık borcu olduğu, bu yüzden onlara ceza keseceğini ama cezayı ödeseler bile bu sorulara cevap vermek ve ve ve dibine kadar cevap vermek zorunda oldukları geliyordu. Kendini iyice kaybetmişti adam. Sonra daha bir sürü şey söyledi. Hukuk, devlet, vatani görev, anket, araştırma, vb. Ki Leyla bunlardan hiçbirini anlamadı. Korku içerisinde Refik’e o gün sarma yaparken iki üç tane sarmayı nasıl yediğini, o yüzden sarmaların birkaç tanesini gevşek yapmak zorunda kaldığını, Dilara Hanım’ın ise bunu yutmadığını, eyvah başımıza gelenler, kavga ettiklerini, dayanamayıp kapıyı nasıl çarpıp çıktığını, ee ama onun da bir can olduğunu, ta burasına geldiğini, huysuz Dilara’nın ise üşenmeyip, arkasına bir adam taktığını, adamın onu eve kadar takip ettiğini, muhabbet, ne muhabbeti ya, muhabbet nereden çıktı, çok yorgun olduğunu, Devlet neydi adı, İstatis, bu yeşil herifin de oradan geldiğini ama işin içinde Dilara, yani Dilara Hanım olduğunu, sonra Dilara Hanım’ın onu da kanser ettiğini anlattı da anlattı.
Telefondaki Refik susmuş, sahanlıktaki memur kendi derinlerine dalmıştı.
Leyla, etrafına baktı.
Devlet İstatistik Enstitüsü memuru devlet istatistik memuru oldu olalı böyle bir direnmeyle karşılaşmamıştı. Oh olsundu ona. Hem ona hem de Dilara Hanım’a! Adamın dalmış giden bakışlarının içinden geçerek, evin kapısını gümbür diye resmi bir renkle (elbette kahverengi) üstüne kapatıverdi Leyla.
Adam uyandı ama çok geç kalmıştı ve o geç kalmış çabayla boş yere zile abandı.
Leyla, içeride, muhabbet kuşlarının sesleriyle çevrili cennetinde ağzındaki baklayı çıkarıverdi:
‘Evet,’ dedi ‘Evetttt, devletçi bey, bütün sarmaları ben çaldım. Hepsi çantamda. Söyle o Dilara’ya. Kimmiş hırsız anlasın!’.