Yazar. Ayrıca Medyascope'ta Zeytin Dalı ve Sabun Köpüğü programlarını hazırlayıp sunuyor.

“Bir alfa erkeğiyim, ne olmuş. Herkes bitti de seni mi rakip göreceğim!” 

Ayla’nın son cümlesine bunları yapıştırıp hırsla kapıyı çalmıştım. Zilde şu yazı yazıyordu: “İdetta, Suphi vb.”

Vb. de neyin nesiydi?

“Hocam bu evde bizim dışımızda iki kedi daha var! O fıkralardaki gibiyiz yani,” diye açıkladı Suphi. “Bir Alman, bir Çinli, nereye ait olduğu belli olmayan bir Suphi ve bir de iki kedi…”

Covid’den hemen önceydi. Almanya’daki arkadaşım Suphi ve Alman eşi İdetta, oldum olası tuhaf bir çiftti. Özellikle de İdetta. Artık Pekin’de yaşamakta olan kızları uyumsuz Heida’nın konservatuvardan arkadaşı, bir yurt buluncaya kadar şimdilik onlarda kalan Çinli Hai-yun (deniz ve bulut demekmiş, sonradan, kahvelerimizi içerken öğrendik, sanki umurumdaydı) ile yaşıyorlardı. O öğle Çin yemeği “ziyafeti”ne davet edilmiştik. Suphi’nin dediğine göre Hai-yun gerçek bir aşçıydı! 

Eli boş gelmemek adına (Suphiler öyle şeylere bakmaz desem de Ayla ısrar etmişti), İstanbul’dan zulamıza attığımız bir kilo şöbiyet baklava ile ailenin kapısını çalmıştık. Eski asistanım olan bu yeni sevgilim, yani Ayla, kapı önündeki gerilimi silmek adına hemen baklayı ağzından çıkardı: “Uluslararası bir tatlı getirdik size.” (Bu kızın bu halleri beni öldürüyor, şöbiyetin nesi uluslararası Allah aşkına demek istedim, diyemedim.)

Tuhaf İdetta ve halinden tavrından anladığım kadarıyla en az onun kadar uçuk kaçık bir şey olan Hai-yun hediyeye bayılmış ve Çin yemeklerinin kalorisiz hallerine başka bir gözle bakmaya başlamışlardı. Waribaşileri heyecanla ellerimize tutuştururken, ne gerekse, zihinlerinden geçen soruyu bizlerle paylaşmaktan çekinmemiş, “Acaba buna benzer bir şey nasıl yapılabilir Çin mutfağında?” demekten kendilerini alamamışlardı. Ayla, yine devreye girerek, beni kıl eden başka bir cümle daha sarf etti o zaman. Neymiş efendim neden olmasınmış… Her şey birbirine karışabilir, eriyebilir ve sonsuzluğa kapı aralayabilirmiş. Çok kültürlülük de zaten buymuş. Herkes her şeyle anlaşabilirmiş. Sınırlar geçiciymiş. Daha bir torba gereksiz laf. Çocuksu çocuksu cümleler. Bu kızı ilk tanıdığımda böyle değildi ya! “Size saçma geliyor, ama dünyayı bu tavır kurtaracak,” diyerek beni iyice zıvanadan çıkardı. Aklı sıra bana nispet yapıyor. Alfa tipli bir asker babanın kızı olduğunu söyleyerek (bak bak bak) konuşmasına tüy dikerken, “Onun gerginliği bana hiç yansımadı, böyle olmamı biraz da buna bağlıyorum,” deyiverdi. Ya sabır!

Öyle deyince masadakiler güldü tabii… Hai-yun ise “Ne güzel” filan dedi. “Keşke herkes sizin gibi olsa…” O sıra insanların Çin ve Çinlilerden uzak durma noktasının tam ortasında durduğunu iddia eden Hai-yun’a kaçamak kaçamak bakmak farz olmuştu. Kâğıdı bulmuş çok bulmuş Çinli seni!  Hai-yun, o esnada tabaklarımıza Çin mantısı dim-sunu koyuyor, bir yandan da eğitim planlarına değinen uzun ve gereksiz cümleler kuruyordu. Müzikmiş, ahenkmiş…Almanya’da bu koşullarda nasıl devam edeceğini bilemediğini söylerken buharda pişirilmiş pirinç ekmeklerden de almamızı öğütlüyordu.

Ayla durur mu, hemen söze atladı: “Sizi çok iyi anlıyorum Hai-yun…” Ve dahasını da söyledi: “Özellikle sizi kutluyorum İdatta Hanım. Hai-yun’a açtığınız bu kucak öyle anlamlı ki…” Sonra Suphi’ye döndü: “Size de minnettarım elbette Suphi Bey. Tolga anlattı, neler çekip yaşadığınızı. Lütfen pes etmeyin. Devam edin…”

Bak şimdi! Gerçekten bu kadından utanmaya başlamıştım! 

O sırada İdetta devreye girdi ve Ayla’ya gülümseyerek, “Hai-yun’la çok ortak noktamız var, kızımı aratmıyor,” gibi bir laf ortaya yuvarladı. “Çok çok iyi anlaşıyoruz. Maksat belliyse, hayata siniyor.”

Bu son cümleyi İngilizce söylemişti. Özel vurguymuş. Vay İdatta Sultan vay!

Suphi’ye baktım…Biraz zorlarsam benim cepheme katılacak gibiydi.  “Hadi koçum,” dedim gözlerimle. “Şu medeni Amazonları ve vıcık vıcık laflarını sustur da şöbiyet faslına geçelim…”

Suphi mesajımı almıştı. Boğazını temizleyerek masadaki bu ahenk dolu tebessümlere, biraz da Alman eşi İdetta’ya doğru kaykılarak, “Güzel söyledin İdetta, lakin,” diye sözlerine devam etti. Sonunda, dedim içimden sonunda… “senin de çok iyi bildiğin gibi kedilerimiz birbirinden hiç hazzetmiyor, hatta birbirlerinden nefret ediyorlar canım!”

“Nasıl ya?” diye söze atladı Ayla, kediler konusunda çok şey bilirmiş gibi. Suphi ise başka tellerden çalıyordu. “Bilemezsiniz Ayla Hanım çok zor,” diye kel kafasını kaşıyıp duruyordu. “İki insanın anlaşamaması bu derece zor değil inanın ki…”  

Anlattığına göre kediler eve geldikleri günden beri birbirlerine tahammül edemiyormuş. Birisi ortalıkta gezinirken diğeri kulübesine kendini kapatıyor, öteki ortadan kayboluncaya kadar sırra kadem basıyormuş. 

Ayla duyduklarına inanamamış hâlâ çabalayıp duruyordu. Sanki “Suphi vb.” değil bana karşı bir mücadele veriyordu! Ekonomi Profesörü Tolga Eser’e şu dünkü çocuk posta koyuyordu ha! Ekonomi ve melezlik üzerine yazdığı onca makaleden örnekler ileri sürüp duruyor, durumun kahredici gerçeğini kabul etmek yerine tuhaf teoriler geliştirmeye devam ediyordu. Kıvırcık saçları iyice alnına düşmüş, gerildiği zaman ortaya çıkan dişleri ve dişlerin çevrelediği diş etleri dudaklarını yamultmuştu.

“Belki de bir kavga yüzünden böyledirler; bu şekilde olmuş olabilirler mi?”

“Yok,” diyordu Suphi. “Hiç alakası yok; birbirlerine ta başından itibaren kıllar…”

“Cinsleri?”

“Tekir.”

“Yaşları?”

“6-7”

“Biri hasta mı?”

“Yok, ikisi de turp gibiydi.”

Yaaa… Ayla Hanım… Ya Ayla Hanım, o makalelerin hepsini benim sayemde yayımlattınız siz, demek geçiyordu içimden. Ben olmasaydım siz bir hiçtiniz! Kim kimi rakip görüyor acaba! İşim gücüm yok sizi kıskanacağım öyle mi? Zonguldaklı kendi halinde bir asker kızını kıskanacağım ha! Benim elimden ne kadınlar geçti… Hiçbiri bu cüreti gösteremedi. Siz kimsiniz Ayla Hanım?

“Belki de…” Ayla Hanım ısrarcıydı. Konuşa konuşa, ya da koklaşa koklaşa her şey çözülebilirdi ona göre… Ayla Hanım Çin böreği yerken yılanı deliğinden çıkaran tatlı sözlere değindi, kardeşlik dedi, biri öteki, öteki biri deyip durdu.

Suphi ise gözleri şöbiyette, “Yok,” dedi. İşte budur Suphicim. “Nafile…” dedi Suphi. İç çekip duruyordu.

“Birlikte geçinmeleri için yapmadığımız şebeklik kalmadı… Değil mi İdetta?”

“Aslında mümkün!” Ayla Hanım son debelenmelerindeydi.

İdetta ise boya olduğu her halinden belli olan kuzguni saçlarını sallayıp duruyor, bu işe akıl sır erdiremediği belli olan Hai-yun’a bakıp duruyordu. Hai-yun da susmuştu. Denizler bulut, bulutlar deniz olmuştu. 

O ikindiye yön verecek bu tür bir çok kültürlülüğe, bilerek ya da bilmeyerek, “mümkün değil” diyerek noktayı koyacak olan kişi ise Suphi’ydi. Öyle otoriter bir tavırla değil; kanında gezinen Arap, Kürt, Süryani ve Türk rüzgârı sayesinde; belki de onlar yüzünden, “mümkün değil, bazen olmayınca olmuyor işte…”

“Aslında mümkün…” Ayla Hanım’dı bu. Eski asistanımken sevdiğim, bugünden itibaren hiç hazzetmediğim o kişi. O tanımadığım biri. Yeniyetme. 

Ayla Hanım da bunu sezmişti elbette. İçeri girdiğimizden beri ilk kez göz göze geldik. Gözlerimin derinliklerine genç, öfkeli ve dik dik bakarak: “Suphi Bey? Yoksa, yoksa bu kedilerin ikisi de erkek mi?” diye bir dipnot yapıştırdı. “Ayrımcılık yapmak istemiyorum, ama bence bu işte iki erkeğin parmağı var!”

 Çin masasından galip çıkan ne yazık ki Ayla diye biri olmuştu. 

Yapacak bir şey yoktu, eski sevgililerimi özleyerek geceyi kapattım.