Gözlerini kapattı, derin bir nefes çekti sigarasından ve kimsenin henüz adını bile bilmediği bir baharın esintisine kaptırdı kendini.
Ne sıcak, ne soğuk, ne ılık…
Saçlarını topladı, öylesine rastgele bir tokayla tutturdu ensesinde.
Sıcak mıydı hava, yoksa ona mı öyle geliyordu?
“Ne çok zaman geçti yazlardan vazgeçeli…” diye düşündü,
“Ne çok mevsim… Ne çok yaprak döküldü ne çok seyrettim kendi kendimi bir başkasına bakar gibi!”
Ve işte son sahne gelip çattı.
Bir kadeh rakısını koydu önüne.
Ve yavaşça uzandı yanı başındaki telefona.
En zor olanı en sona bırakmıştı.
Tuşlara dokunurken henüz ne söyleyeceğini bilmiyordu.
Tek bildiği mevsimlerden adı bilinmeyen bir bahardı.
***
19 yıla nokta koymak sandığından çok daha kolay olmuştu.
Anlaşmalı boşanma…
Böyle geçti kayıtlara.
“Şiddetli geçimsizlik” yazıyordu mübaşirin eline tutuşturduğu kâğıtta.
Küçümser bir ifadeyle bir kez daha okudu, “Şiddetli geçimsizlik!”
Öyle demişlerdi tek celsede boşanabilmek için, “şiddetli geçinemiyoruz…”
İşin aslı şuydu: Eğer 19 yıllık bir beraberliğe son veriyorsan, aslında son 10 yıldır ayrılıyorsundur…
Oysa o yaz o tatile gitmese, arkadaşlarının ısrarına direnmiş olsa -be kadın hadi gittin!- bari o tekneye binmese, -hadi tekneye de bindin- bari o sıcakta içmese, Sedat’la hiç karşılaşmasa, -hadi karşılaştın- uzun uzun sohbet etmese, bir gün sonra balık tutma davetini geri çevirse, nasılsa benden beş yaş küçükmüş hiçbir şey olmaz demese…
Ama dedi!
Ve kendisini 19 yıllık evliliğine rağmen adını hiç duymadığı o mevsimin esen yeline bıraktı…
Aslında bırakan o değildi, Sedat bıraktırdı!
Çekip çıkardı içinde bulunduğu dipsiz kuyudan.
Esen yele kapıldı kadın…
Sürüklendi, silkelendi, düşündü, bir kez daha düşündü; sonunda anladı…
Ya Yağmur?
En zor olan da buydu, Yağmur!
Şimdi sıra Yağmur’a gelmişti işte.
En zor olana!
***
Telefonun diğer ucundaki cıvıltılı ses,
“Nasılmış benim güzel sultanım bakalım bugün?” diyerek açtı telefonu.
Keyfi yerindeydi belli!
“Sultan’ın prensesine ihtiyacı var,” dedi kadın; o cıvıltılı sesten aldığı güçle.
Her zaman, prensesi sultanına ihtiyaç duyardı oysa!
Ne olmuştu ki?
Cıvıltı yerini üstü örtülü bir endişeye bıraktı.
“İyi misin sultanım?” diye sordu.
“İyiyim iyi olmasına prenses, hatta belki de her zamankinden çok daha iyiyim. Konuşmamız lazım. Sabri’nin meyhanesinde buluşsak, biraz dertleşsek ana-kız. Ne dersin?”
Kadını öyle iyi tanıyordu ki kız.
“Konuşmamız lazım” diyorsa, konuşmaktan başka çare olmadığı besbelliydi, “Saat 7 iyi mi?” diye sordu lafı uzatmadan.
İyiydi, hem de çok iyi.
Daha üç saat vardı ve o kadar zaman içinde kendisini toparlayabilirdi.
Gökyüzüne kaldırdı kafasını kadın, “Tanrım, yardım et,” dedi telefonu kapattıktan sonra…
***
Genç kız ne zaman eve gelse ya babasının çok yoğun işleri olurdu geç saatlere kadar süren, ya da annesi arkadaşında kalırdı, Hülya’da…
Zaten kendini bildi bileli, bir türlü tanışamadığı bi Hülya’sı vardı annesinin.
Hülya’yı hiç tanımıyordu Yağmur.
Bir keresinde babasına da söylemiş, Hülya’yı yemeğe devlet etmişlerdi.
“Sonunda, ” demişti Yağmur, “Sonunda tanışacağız demek.
Yıllardır tanıdığım ama görüşemediğim Hülya’ya dokunacağım, benim bilmediğim ne biliyorsan anlat diyeceğim, annemi bir de Hülya’dan dinleyeceğim, daha da önemlisi, artık tanıştığıma göre istediğimde ben de Hülya’nın evinde kalacağım…”
Çok sevindirmişti bu buluşma Yağmur’u.
Akşam olduğunda hep birlikte Hülya’yı beklemeye koyuldular.
Öyle iddialı bir masa hazırlama gereği duymamıştı annesi, “Yakın arkadaşım, aldırmaz öyle şeylere” deyip geçiştirmiş, şarküteriden aldığı birkaç mezenin yanına, dünden kalan zeytinyağlı taze fasulyeyi koyup yanına da pilav yapmakla yetinmişti.
Saatler ilerledikçe karınları acıktı.
Hülya trafiğe takılmış olmalıydı.
Feriköy’de bir yerdeydi evi.
Oradan kalkıp Çengelköy’e gelmek zaman alırdı tabii.
Ama insan kendini ona göre ayarlardı.
Yağmur’un babasıydı söylenen…
Ters ters baktı kadın adamın yüzüne.
Telefonu aldı eline, balkona doğru yürüyordu ki Hülya açtı telefonu.
Öyle olmalıydı…
Annesinin şaşkın nidalarından öyle tahmin etmişti Yağmur, Hülya’dan başkası olamazdı.
“Nasıl? Şimdi neredesin peki? Dur dur bırak ağlamayı, sakin ol, atlayıp geliyorum yanına hemen, şimdi… İtiraz yok!” dedi ve telaşlı bir yüzle salona döndü.
İşten çıkartmışlar Hülya’yı, kız perişan! Sudan bir sebeple tazminatsız kovmuşlar. İkinizden de…”, hüzünlü bakışlarını kızına çevirerek sürdürdü konuşmasını “Özellikle de senden çok özür dilememi istedi. Bu haldeyken karşınıza çıkmak istemiyor, Yağmur’un aklında böyle yer etmek istemiyorum diyor…”
“Vay canına! Süratli konuşuyor olmalı, bir dakikada ne çok şey söylemiş” diye düşünürken bir yandan -bu kez de- Hülya’nın yardıma ihtiyacı olduğu bahanesiyle çıkmaya hazırlanan annesine seslendi, “Sultanım, ona kızım seninle er geç tanışacak… Aklına koymuş bir kere, kaçışın yok de, olur mu?”
Hülya iyiden iyiye kafasına takılıyordu Yağmur’un.
Hülya eşittir muammaydı onun için.
Annesinin tüm sırlarını bilen kadın Hülya.
Yağmur’un bile bilmediği sırlar…
Ne zaman lafı geçse gizli bir kıskançlık kaplıyordu içini.
Bir rakip gibiydi onun için,
Yine de ses çıkarmıyordu.
Annesinin huzur bulmasını daha çok önemsiyordu.
Ve o huzur maalesef yalnızca Hülya’nın evindeydi.
Zaten artık söylenmiyordu bile gidişlerine.
Babası da söylenmiyordu hiç.
Sessiz kalıyordu çoğunlukla.
Peki neden?
Neden sessiz kalıyor bu adam ?
Ne babası annesinin haftanın iki üç günü eve gelmeyişinden şikâyetçiydi, ne de annesi babasının bitmez tükenmez toplantılarından, iş yemeklerinden…
Aslında cevap ortadaydı da, çocuğun adını koyacak cesareti yoktu kimsenin.
Gerçekle ilk yüzleştiğinde bir akşam üzeriydi.
Arkadaşının doğum günü vardı.
Bebek’teki House Cafe’deydi kutlama.
“Sahilden Emirgan yönüne giderken, Bebek’i geç; biraz ileride Küçük Bebek Caddesi var. Oraya dön,” demişti arkadaşı.
“Aman ha karıştırıp da Bebek Yokuşu’na tırmanmaya kalkma, bir de seni toplamakla uğraşmayalım. Çok dik yokuştur bak!” diye de uyarmıştı.
Tabelaları da önünden geçtiği kafe ve restoran adlarını da çok dikkatle okuyordu bu yüzden.
Solundaki banka şubesini de geride bırakmıştı ki, Küçük Bebek Caddesi tabelası belirdi karşısında.
Az kalmıştı,
Döndü ve dörtyol ağzına gelene dek devam etti.
Oraya gelince yol çatal yapacak demişti arkadaşı, sen sağ koldan devam et.
Etti…
Etmez olaydı.
Elli metre ya vardı ya yoktu aralarında.
Babasıydı House Cafe’den çıkan.
Elini beline doladığı kadın da, ne zaman babasını ziyarete gitse abartılı bir sevecenlikle boynuna atılan, ikram üzerine ikram yağdıran, siyah dipli platin sarısı saçlı sekreter kız değil mi?
O da kendi arabalarıydı işte…
Babası her zaman kendisinin oturduğu ön koltuğa oturması için kapıyı açıyordu sekreterine.
Ağacı siper edip izlemeye başladı.
Babası farkına bile varmamıştı Yağmur’un.
Hiç böyle görmemişti babasını.
Bir kez olsun annesine öyle bakmamıştı babası.
Bir kez olsun!
Bir öpücük de kondurdu sekreterin yanağına, sonra direksiyona geçti ve bıçkın bir delikanlı edasıyla bağırttıra bağırttıra çıkarttı arabayı park ettiği yerden…
Bu gördüğü adam babası olamazdı!
İnanamadı!
Annesine hiç bahsetmedi bu konudan.
Peki ya şimdi?
Anlamış mıydı acaba annesi?
Yoksa zaten biliyor muydu ?
Biliyordu kadın.
Yağmur’un bildiğinden çok daha fazlasını biliyordu üstelik.
Yağmur da Sedat’ı biliyordu.
Sedat’tan da babasına hiç söz etmemişti.
Bir kez görmüştü oysa Sedat’ı.
Annesi tatile çıktıktan on gün sonra o da Bodrum’a gitmiş; bir tekne gezisi de Yağmur için ayarlanmıştı.
Kalabalıktı tekne.
Sedat ile annesi liseli çocuklar gibi kaçmıştı birbirinden, sırf Yağmur anlamasın diye.
Yan yana bile gelmediler.
Ama bakışlarını da ayıramadılar birbirlerinden.
Yağmur işte o bakışları yakaladı o gün !
***
Yağmur daha masaya oturur oturmaz, damdan düşer gibi “Sevgilin var değil mi?” diye sordu en sevimli halini takınarak …
Biraz da güldürmekti niyeti.
Gülmek bir yana göz bebekleri büyümüş, şaşkın bir halde bakakaldı kadın kızının yüzüne.
Sesinin tonunu ayarladı ve en otoriter haline bürünerek, kızının her görüşte içini ısıtan gözlerine bakmaktan özenle kaçırarak, “Biraz ciddi olabilir misin? ” dedi, “Sandığından daha önemli bir konu bu”.
Kararlı duruşu kâr etmedi “Adı da Sedat mı?” diye üsteledi bu kez…
“Üstelik senden de küçük değil mi?”
Biri yumuşak karnını yakalamış, elini sokmuş, acımasızca bağırsaklarını deşeledikçe deşeliyordu.
Daha fazla uzatmasına izin vermedi.
Doğrudan girdi lafa. “Bugün babanla yollarımızı resmi olarak ayırdık…”
Onu en korkutan an buydu işte.
“Senin anlayacağın, boşandık biz,” dedi, söylediklerinin altını çizer gibi.
Dedi ve sustu.
O kadardı!
Ayrılmıştı ve bunu her şeyden habersiz olan, mahkeme evresini bile bilmeyen kızına nasıl söyleyeceğini bilemiyordu.
Ama pat diye söylemişti işte.
Artık ne olacaksa olsundu…
Hiç bir şey olmadı.
Kızı kadehini kaldırıp, annesininkiyle tokuşturdu.
Zaten bugünü, bu anı bekliyormuş gibi “En sonunda!” dedi derin bir nefes alarak.
Sandığından çok daha kolay olmuştu.
Oysa soru yağmuruna tutulmaktı beklediği.
“Ama nasıl olur?” diyecekti kızı, direnecekti.
“Benim fikrim neden alınmıyor?” diye çıkışacaktı.
“Nasıl ben yokmuşum gibi davranırsınız?” diye sorgulayacak, göz yaşlarına boğulacaktı.
Bütün bunlara hazırlamıştı üstelik kadın kendini.
Her birine verecek cevabı vardı.
“Bak kızım,” diyecekti, “Babanla biz zaten uzun zamandır ayrı gibiyiz,” diyecekti…
“Bir gün o duştayken cep telefonuna gelen mesaj sayesinde öğrendim her şeyi,” diyecekti, “O bir başkasıyla beraber olup bizimle yaşıyordu,” diyecekti, “Akşam olduğunda evine geliyor nasılsa deyip göz yumuyordum,” diyecekti, “Senin okul taksitlerin vardı. Benim maaşım o taksitleri karşılamazdı. Çaresiz sustum,” diyecekti… “Ta ki karşıma Sedat çıkıp beni kendime getirene dek sürdü bu,” diyecekti…
Ya da hiç bir şey söylemeyecekti.
Öğreneceklerinin erkeklere olan güvenini sarsacağını düşünüp, gelecekte kuracağı ilişkileri etkileyeceğinden korkup susacaktı öylece. Yalnızca, “Sen de biliyorsun, artık aynı evi kullanmaktan öte hiç bir şey paylaşmıyorduk,” demekle yetinecekti.
Hiç bir açıklamaya gerek duymadı.
“Ayrıldık,” demesi yetmişti kızına.
Başka ne söylenebilirdi ki?
Geriye geceyi taçlandırmak kalmıştı.
“İthaka’yı bilir misin prenses?” diye sordu kadın, gözlerinin içi gülümsüyordu.
Bilmiyordu prenses…
Uzun uzun anlattı.
İthaka’yı konuştular bütün gece…
“Kendine yaptığın yolculuğun adıdır İthaka,” dedi.
Aslında Kavafis’in bir şiiriydi.
Ezberden okumaya başladı şiiri, gözlerini kapatıp esen yele kendini bırakarak yine yeniden…
İthaka’ya doğru yola çıktığın zaman,
dile ki uzun sürsün yolculuğun,
serüven dolu, bilgi dolu olsun.
ne lestrigonlardan kork,
ne kikloplardan, ne de öfkeli poseidondan.
bunların hiçbiri çıkmaz karşına,
düşlerin yüceyse, gövdeni ve ruhunu
ince bir heyecan sarmışsa eğer…
Burada durdu…
Gözlerini araladı…
Kızına öğüt veriyormuşçasına, ya da her kelimeye hakkını vermek istermişçesine tane tane okuyarak devam etti …
ne lestrigonlara rastlarsın,
ne kikloplara, ne azgın poseidona,
onları sen kendi ruhunda taşımadıkça,
kendi ruhun onları dikmedikçe karşına.
dile ki uzun sürsün yolun.
nice yaz sabahları olsun,
eşsiz bir sevinç ve mutluluk içinde
önceden hiç görmediğin limanlara girdiğin!
Son iki dizeyi söylerken kendiliğinden kapanmıştı gözleri …
Yeniden açtığında, “Hiç aklından çıkarma İthaka’yı, olur mu prenses,” dedi gülümseyerek, “Hiç çıkarma…”
İthaka’nın aslında bir yazgı olduğunu anladı Yağmur, kadının gözlerine bakınca.
O uğurda uzun bir yolculuk yaptığını da.
Yıllar süren o yolculuğun ona kattığı zenginliği gördü kadının yüzünde.
Kâh güldüler, kâh ağlaştılar…
Büyümüştü kızı, hem de çok büyümüştü.
Gece uzadıkça uzadı.
Sonunda, “Çok geç oldu” dedi kadın, “Hülya’yı biliyorsun, ne dersin onda kalalım mı bu gece?” diye sordu Yağmur’a.
“Nasıl olur?” dedi Yağmur, “Gecenin bu saatinde mi?”
“Bu saatinde,” dedi kadın, göz kırparak.
“Ya evde değilse?” diye sordu Yağmur.
Çantasına davranıp bir tomar anahtar çıkardı ve göstererek, “Olsun, anahtarımız var,” dedi.
Gülümsüyordu ikisi de.
*. *. *
Hülya evde yoktu!
Anahtarla kapıyı açıp, süzülür gibi girdiler eve ana-kız.
Evi sevmişti Yağmur ilk görüşte.
Hızla gezinmeye başladı içinde.
İçten içe kıskandığı Hülya’ya dair ne varsa öğrenmek ister gibiydi.
Yatak odasına bile girdi.
Ama o da ne ?
Kendi fotoğrafı Hülya’nın yatağının başucundaydı.
Koşarak annesinin yanında aldı soluğu.
Annesi o sırada geceyi devam ettirecek bir çilingir sofrası kurma hazırlığındaydı.
Mutfakta.
Elindeki fotoğrafı göstererek sordu: “Benim fotoğrafımın, arkadaşının yatağının başucunda işi ne? Açıklar mısın, niye orada bu fotoğraf?”
Yüzündeki sinirli ifadeyi gören annesi yine gülümsedi.
Büyüleyici bir sesle “Yağmur” dedi, bakışlarını kızının gözlerinden içeri akıtarak; ve eğildi kulağına fısıldadı: “Hülya diye biri yok! Hülya bu evin adı. Hülya benim İthaka’m… O kadar uzun zamandır ayrılık hazırlığı yapıyorum ki bu ev bizim. Bu günler için… Mahkeme Salonu’ndan çıktım ve soluğu burada aldım.”
Gece giderek güzelleşiyordu.
Koltuklara serilip, yanı başlarına koydukları meze tabağından tırtıklayarak derin bir sohbetin içinde kayboldular…
Neden sonra Yağmur doğruldu yerinde.
“Sultanım, Sedat’ı anlatmayacak mısın bana?” diye sordu.
Nasıl fark etmişti bu çocuk ?
Sadece bir kez görmüştü, üstelik kalabalık bir ortamdaydık.
Yan yana bile gelmedik anlamasın diye.
Nasıl ?
“Bakışlar yalan söylemez sultanım,” dedi hınzırca gülerek.
Bir kez daha uzandı telefona eli…
Sedat’ın numarasını tuşluyordu parmakları…
Hoparlörü de açtı, Yağmur duysun istiyordu.
“Sedat, evimdeyim; evimizde…” dedi.
Yüzündeki tebessüm sesini aydınlatıyordu.
Yağmur’la seni konuşuyorduk.
“Seni anlatmamı istiyor, ne diyeyim?”
“Yağmur… Hoş geldin,” dedi Sedat hoparlörden seslenerek…
*. *. *
Kadın İthaka olmasa hiç yola çıkmayacaktı.
İthaka olmasa, o yaz o tatile de gitmez, arkadaşlarının ısrarına direnir, gitse de o tekneye binmez, binse de o sıcakta içmez, Sedat’la da hiç karşılaşmaz, karşılaşsa da ne sohbeti yüzüne bile bakmaz, baksa da yeni tanıdığı birinin balık tutma davetini kabul etmez, hele hele kendisinden beş yaş küçük olduğunu öğrenirse arkasına bakmadan kaçar giderdi.. Ama İthaka vardı ve geçtigi bunca deneyden sonra Kavafis’in dediği gibi onu öyle bilgeleştirmişti ki… Artik biliyordu ithaka’nın ne anlama geldiğini, ithaka’nın ve ithakalarin isimsiz mevsimlerin adı olduğunu biliyordu…