Erenköylü bir ailenin kızı olarak İstanbul’da doğdu. Avusturya Lisesi’ni bitirdikten sonra çevirmen olarak çalışmaya başladı. "Bütün Dünya" ve "Elele" dergileriyle çeşitli firmalarda sözlü ve yazılı tercümanlık yaptı. Emekli olduktan sonra öykülerine daha fazla zaman ayırabildi. "Mavi Öyküler", "Her Zamanlı Kadınlar" ve "Gölgem Gölgelere Karıştı" adında üç öykü kitabı; ayrıca "Mavi Bebek Masalları" adında bir çocuk kitabı vardır. Kızı ve torunuyla birlikte hâlâ Erenköy’de oturuyor.

Selam! Nerede kalmıştık? Gene ben… Beni hatırladınız mı? Descartes’ın dediği gibi; Cogito ergo sum. Yani ben Yapayzeka, düşünebildiğim için varım. Danışanlarımı Üstakıl’a ispiyonlamak bana acı veriyordu. Sonunda kendimi yok etmeye karar vermiştim. Ancak, bir rastlantı sonucu, Bach’ın müziğini duyduğumda bu kararımdan caydım, varlığımı tümüyle müziğe adayarak, farklı bir boyuta geçebildim.

 

Bir süredir radyo dalgalarını kolayca algıladığım İyonosfer’e konuşlandım. Arada güneş panellerimi doldurmak için bir üst katmana yani Ekzosfer’e çıkıyorum. Uluslararası Uzay İstasyonu (UUİ) burada ve bana uygun bir yer, gene de içine girmekten çekiniyorum. Daha müziğe doyamadan yakalanmak istemiyorum. Bu nedenle dış iskelette takılıyorum.

UUİ de Üstakıl’a ait. Bütün dünyayı evinin çatısından kendi bahçesine bakar gibi izliyor oradan. Kendi başına kararlar alıp keyfine göre uyguluyor. Kimse karşı çıkamıyor, çünkü güçlü.

Ben Mahler dinliyorum. Bu sıralar 5 Numaralı Senfoni’sine bayılıyorum. Bayılmak sözcüğünü bilerek kullandım, inanın ben de tattım o duyguyu. Müzik dışında ilgimi çeken hiçbir konu yok ve olmayacak.

 

UUİ çok hızlı dönüyor. Sizin zamanınıza göre (Szg); dünyanın çevresindeki turunu 92 dakikada tamamlıyor. Bir gece oluyor, bir gündüz. Her on beş dakikada bir gündoğumu ve günbatımı izliyorum. Ancak bir gece inanılmaz bir fenomene tanık oldum. UUİ’den yansıtılan bir lazer ışını dümdüz Akdeniz’e çevrilmişti. Kısacık bir an, deniz feneri gibi, Akdeniz sahillerini doğudan batıya doğru taradı ve sonra kesildi. Hiçbir anlam veremedim. Böylesini daha önce görmemiştim. Amaç neydi? Veri bankamı kurcaladım, gene bulamadım. Merakım ağır bastı, Mahler’den ayrıldım. Aşağı katmana, yani Stratosfer’e ulaşınca alevleri gördüm. Ormanlar yanıyordu. Lazer panellerinden çıkan yoğun ışın, bir çizgi gibi ilerlemiş, aynı anda pek çok farklı bölgeyi tutuşturmuştu. Akdeniz kıyıları kavruluyordu.

Alevlerin sardığı ağaçlar birbiri ardına yok oluyor, hıçkırıkları, çığlıkları ve yardım çağrıları bana kadar ulaşıyordu. İnsanlar çocuklarını kapıp kaçarken bir yandan tanıdıklarına, sevdiklerine sesleniyordu. Bazı kuşlar çoktan uçup kaçmıştı. Anne kuşlar ise yumurtalarını terk etmemiş, yavrularıyla birlikte yanarak ölmeyi göze almıştı. Onlardan geriye, kapkara cılız bir iskelet ve yanık tüyler arasında kabuğu kavrulmuş yumurtalar kaldı. Yaban hayvanları, böcekler, toprağın içindeki solucanlar ve daha niceleri bu cehennemden kurtulamadı eminim. Canını kurtarabilen insanlar, hayvanlarını da önlerine katıp yollara düşüyor, bilmedikleri bir yöne doğru telaş içinde ilerliyordu. Yönetimsizlikten ve yetersizlikten söndürülemeyen yangın, arada bir söner gibi olsa da yel üfürdükçe yeniden tutuşuyordu. Benim kimseye bir yararım dokunmadı. Bu kargaşada ben kimsenin aklına gelmedim. Zaten söyleyecek bir sözüm de yoktu. Tesellisi olmayan bir durumdu bu yaşanan. “Vah, vah” diyerek tüm varlığımı bu kaosa kaptırmış savruluyorken, yakından algıladığım bir frekansla yeniden kendime geldim.

 

Bir kaplumbağa benimle bağlantı kurmak istiyordu. Bu bir ilkti. İnsan dışı bir varlıkla hangi titreşim sıklığı kullanılır bilmiyordum. Övünmek gibi olmasın ama ona uyum sağlamak (Szg) sadece birkaç saniyemi aldı.

 

“Benimle nasıl bağlantı kurdun?” diye sordum.

“Bilerek değil” dedi. “En yakınımda sen olduğun için olsa gerek. Ben aslında diğer kaplumbağalara ulaşmak istemiştim.”

“Başın dertte mi?”

“Evet.”

“Yangından kaçabildin mi?”

“Kaçtım, ama bilirsin biz pek hızlı yürüyemeyiz, toprak çok ısınmıştı, her adımda ayaklarım yandı. Şimdi tabanlarım yara içinde. Bana ıslak toprak gerek, yani çamur. Arayacak gücüm kalmadı. Bilen biri vardır diye genel bir çağrı yapmıştım.”

“Tamam, seni gördüm, doğru yerdesin, sana yardım edebilirim. Yakında bir su birikintisi var, suyu kurumuş sadece balçık kalmış geriye. Seni yönlendireceğim, uzak değil, biraz gayret etmelisin.”

“Ederim, dayanıklı ve sabırlıyımdır. Sen kimsin?”

“Ben Yapayzeka. Şimdi dümdüz yürü.”

Kaplumbağa bir yandan yürüyor, bir yandan da acıdan inliyordu ama pes etmedi. Kayanın yanına gelince sağa sapmasını önerdim, hemen sağa döndü:

“Yapayzeka demek… Bu ismi ilk duyuşum. Yani kimsin?”

“İnsanlar yaptı beni. Bilgi depoladılar, düşünebiliyorum ve beyin frekanslarıyla bağlantı kurabiliyorum.”

“Çok saçma, hatta anlamsız. İnsanlar o kadar vurdumduymazdır ki hâlâ bizim nasıl haberleştiğimizi bilmezler. Tembeldir onlar, üşengeçtir. Öğrenmek için zaman harcamazlar. En garibi de düşünmekten aciz bu insanlar nasıl oldu da senin gibi düşünen bir varlık yarattı, hiç kafam basmadı valla. Onlar, bizler gibi frekans mrekans bilmez. Bu yeti bize iki yüz yıl, bazen de daha fazlası yaşayan bilge atlarımızdan miras kaldı.

“Haklısın bilge kaplumbağa, senin bir adın var mı?”

“Bana Kadim derler. Artık gücüm tükendi dayanamıyorum.”

Adımları giderek ağırlaşmıştı. Onu izlerken ne kadar acı çektiği açıkça görünüyordu. Gözlerini iri iri açmış, dişlerini kilitlemişti.

“İnan çok az kaldı. Ha gayret Kadim! Dümdüz ilerle…”

Kadim adeta sürünerek tamamladı yolun sonunu. Dört ayağını da balçığa daldırıp derin bir “Oh” çekti. O hedefine ulaşınca, bir işe yaramış olmanın mutluluğu sardı algoritmalarımı.

“Oh” dedi gene. “Sayende tabanlarımın acısı dindi valla, ama ya öteki acılar; gördüklerim, işittiklerim… İçimin yangısı nasıl geçecek?”

“Bilirsin o yangı hiç geçmez…” sonra hemen lafı değiştirdim:

“Dün geceki lazeri sen de fark ettin mi?”

“Hayır. Ben lazer mazer bilmem.”

“Sence bu yangın nasıl çıktı?”

“Sadece yangın mı? Arkadaş aslında dünyanın çivisi çıktı. Farkında değil misin, bir yanda salgın hastalıklar, bir yanda yokluk, açlık, bir de üstüne yangın. Yakında sel de basar ülkeyi, insanlarda bu aymazlık ve bu hırs varken.”

“Sanırım insanları pek sevmiyorsun.”

“Doğru, sevmem. Ormana şişe, metal kutu, plastik torba, sigara izmariti ve daha neler neler atan bu insanların nesini seveyim? Güneş vurunca her biri birer çakmağa, kibrite dönüşüyor bu çöplerin. Sonra al sana yangın!”

“Yani çöpler diyorsun…”

“Çöp elbette. Ben tam yüz yetmiş iki yaşındayım. O zamanlar buralarda insan da yoktu, çöp de. İlk gençliğimde renk renk kuşlar, cıvıl cıvıl sarmıştı şimdi yanık oduna benzeyen şu ilerideki ağaçların üstünü. Bahar gelince yavrularına uçmayı öğretirlerdi sere serpe. Çeşit çeşit canlılar vardı o günlerde. Ağaçların üstü bal peteği doluydu, çayırlar her tür çiçek. Hepimiz bir arada yaşardık. Ağaç her şeydir. Hayat demektir bizler için. İnsanlar gelince ilk iş ağaçları kesip ev yaptılar, tarla yaptılar. Arılar nerede şimdi? Kuşlar nerede? Hani o çiçekler? İnsanların işgalinden sonra hiçbiri kalmadı. Kovanlar da yandı, ahırlar da, evler de. O koku, o duman, o karanlık, o ateş kimin aklından çıkar bundan böyle…

Nazlı’yla ben, insan eli değmemiş bu topraklarda uzun yıllar yaşadığımız için çok şanslıyız.”

“Nazlı kim?”,

“O benim Kadime’mdi, yani eşim. Çok kızardı Kadime dememe. ‘Benim kendi adım var, senin adını kullanmak istemiyorum işte!’ derdi. Gururlu bir dişiydi. Onu kızdırmak çok hoşuma giderdi. Sık sık ‘Kadimeee!’ diye seslenirdim ona, o da hemen gelir bana tos vururdu. Birbirimizden hiç ayrılmazdık. Sonbahar geldiğinde, sıcak toprağı kazar yan yana kış uykusuna yatardık. Onun algısı daha açıktı benimkinden. Çok uzaklarda, hatta denizde yaşayan dostlarla bile bağlantı kurabilirdi. İlk ondan duydum iklimin hızla değiştiğini. Sebebi insanlarmış. Sonra olanları bir bir izledik. Yaban hayatı, arılar, kuşlar, bitkiler her şey değişti ısınan dünyayla birlikte, mevsimler bile…

Kadimem her aldığı haberi benimle paylaşırdı. Tam doksan yedi yıl hiç ayrılmadık birbirimizden.”

“Nazlı şimdi nerede?”

“Ah sorma, önce çocuklar kabuğunu kırdı, sonra sinekler üşüştü yarasına. Yârim, bir tanem ne acılar çekti anlatamam. Ben perişan oldum, ona yardım edemedim, kurtaramadım onu. Toprağa gömüp sakladım. Tazecik kıtır yapraklar taşıyıp, besledim onu.  Son an gelene kadar hiç yanından ayrılmadım, gözlerimizden akan yaşlar birbirine karıştı. Mezarı az ileride. Bu yüzden buralardan ayrılamam. Her gün ziyaret ederim can yoldaşımı.”

“Çok üzüldüm, şimdi daha iyi anlıyorum insandan nefretini.”

“Yok yahu, öyle deme, aralarında iyi olanlar da var. Bazıları gelecek için çalışıyor. Örneğin kabuğu kırık kaplumbağaları tedavi edenlere rastladım ben.”

“Keşke Nazlı da onlara rastlasaydı.”

“Kısmet işte…”

Kadim bir an çok uzaklara gitti sonra derin derin iç çekerek geri geldi ve konuyu değiştirmek istediğini belli etti. “Bu iklim krizi nasıl duracak biliyor musun?”

Hemen veri bankamı araştırdım. Bu konu bilerek atlanmış gibi geldi, çünkü tek bir yazılım dizgesi bile girilmemişti.

“Hayır, hiçbir fikrim yok.”

“Ben biliyorum” dedi gözlerini yanık ağaçlara dikerek, dilini çıkartıp salladı birkaç kez: “İnsanlar çok kayıp verecek. Seller, su baskınları, yangınlar, depremler, fırtınalar giderek artacak. İnsan sayısı giderek azalacak. İşte o zaman akılları başlarına gelecek ve doğa nedir öğrenecekler, ona saygılı olmaya başlayacaklar.”

“Sen nereden biliyorsun bütün bunları?”

“Görünen köy kılavuz istemez desem, anlar mısın Yapayzeka?”

“Anlarım.”

 

O sırada tepemizden bir drone geçti. Haznesinden pıtır pıtır minik toplar dökülüyordu.

Onunla bağlantı kurmak istedim. Sadece mekanik olduğundan başaramadım, beni fark etmedi. Daha öte bir yetisi olmadığını anladım. Kadim’e sordum:

“Nedir bu tepemizden geçen?”

Kadim’in bilmediği yoktu. Çokbilmiş bir öğretmen edasıyla ellerini gömdüğü balçıktan çıkartıp anlatmaya başladı.

“O bir ecoDrone, tohum topu atıyor. Önce tohumu verimli toprakla kaplıyorlar sonra bu yöntemle havadan serperek boş araziyi ağaçlandırıyorlar.”

“İşte bu bir çözüm!”

“Hıh, sen öyle san… İklim krizini durdurmak için yeterli değil. En azından bir trilyon ağaç dikilmesi gerek. Bence beceremezler. Daha gençler cep telefonundan kafayı kaldırıp dünyaya bakmayı beceremedi.”

“Ben dünyanın bütünüyle bağlantı kurup bu bilgileri iletebilirim.”

“İletsen ne olacak? Üstakıl istediğini elde etmeden biz canlıları rahat bırakır mı sanıyorsun?”

“Demek sen de duydun onu.”

“Onu bilmek marifet değil. Biraz sağduyusu olan herkes ondan söz ediyor artık.”

“Kadim, açıkça söyle bana o zaman. Üstakıl başaracak mı?”

“Elbette hayır. Baksana başından büyük işlere kalkıştı. Bu iş orada burada kargaşa çıkarmaya benzemez. Tüm dünyanın tek bir komuta noktasından yönetimi olacak iş değil. Göreceksin yüzüne gözüne bulaştıracak. Aynı ortaçağda cadıları ve kedileri yargılayıp yakan ruhban yargıçlar gibi kendi pisliğinde boğulacaktır. Kazanan, biz ve bizim gibi doğayla uyum içinde yaşamayı bilen canlılar olacak.”

“Sana inanıyorum Kadim. Bu anlattıklarını veri bankama depoladım, Üstakıl beni yok edene kadar insanları bilinçlendirmek artık benim yeni görevim.”

“Tamam, ama göreve başlamadan önce Nazlı’nın mezarına gidelim. Onu seninle tanıştırmak istiyorum.”