Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunudur. Yüksek lisans eğitimini Üsküdar Üniversitesinde Yeni Medya ve Gazetecilik bölümünde tamamlamıştır. Mastercamp Akademiden Yazarlık eğitimi almış. HarvardX Antik Dünya Edebiyatı modülünü başarı ile tamamlamıştır. Ayrıca iletişim teknikleri ve etkin iletişim eğitimleri bulunmaktadır. 2005 yılından itibaren Bankacılık sektöründe başladığı kurumsal çalışma hayatına Otomotiv sektöründe devam etmektedir. Bunun yansıra 2007-2010 yılları arasında Doğu Anadolu Bölgesinde dağıtımı yapılan Aylık Siyasi Gazete yayınlamıştır. 2014 yılından itibaren başladığı bir web Haber Portalı’nın Genel Yayın Yönetmenliğini yürütmektedir. Sosyal sorumluluk projesi kapsamında bir kadın dayanışması hareketi olarak yayınlanan iki kitap seçkisinde öyküleri ile bulunmuş. Hazırlık aşamasında da aktif rol almıştır. Felsefe ve Davranış Bilimlerine ilgi duymaktadır. Psikoloji okuryazarlığı eğitimi almıştır. Davranış Bilimleri araştırmalarını ağırlıklı olarak Psikoloji disiplini üzerinden yapmakta ve çalışmaları neticesinde yazmış olduğu yayınlanmış kısa öyküleri bulunmaktadır.

Neredeyse yarım asırlık ömrümde, kaç mutlu 22 Temmuz gecesi geçirdiğimi hatırlamıyorum.

Bir defasında güzel olduğunu düşünmüştüm.

30’lu yaşlarımın ortasıydı. Son birkaç yıldır her sabaha aynı soluk beniz ile uyanıyordum. Gözümü açtığım anda göğsüme çöken sıkıntı tüm günü korkuyla geçirmeme sebep oluyordu. Kontrolü tamamen kaybettiğimi düşündüğüm dönemlerdi. Pes etme lüksümün olmadığı, savaşmaya devam etmek zorunda olduğum zamanlar. Bilirsiniz! Kaçmıyor olmanın yenilgiyi onurlu hale getirmesi gibi bir şey. Cesurca bir o kadar da aptalca. Hastane kokusu sinmiş tenime. Dilimde hiç almadığım ilaçların tadı. Yüküm canımdan öte. Tüm kapılar kapalı. Açmaya yetecek kadar gücüm de yok. Söylendikçe söyleniyor içimdeki ihtiyar. Vazgeç. Beklemekte savaşmaya dair. Her defasında başka bir kapının önünde duruyorum. Olur da biri açıp beni de cennetine alır diye. Kendi cehennemindeyken insan, dışındaki her yeri cennet sanıyor.

Cuma günüydü. Sıcak ve nemli bir sabaha ter içinde uyanmıştım. Akşama hastaneden başka bir yere gidecek olmanın heyecanı, tarifi kolay olmayan bir vicdan azabına karışmıştı. İyiye giden bir şeyler olmasa da kötüye bir gidiş de yoktu. Gayet tabii babamı, anneme emanet edip bir şeyler yapabilirdim. Kısacık bir sohbet, güzel bir müzik, lezzetli bir yemek belki biraz dans. Bu ne kadar kötü olabilirdi ki?

Kaybedeceğimin, kendi geleceğim olduğunu bilmeden hazırlandım. Akşama giymek üzere en sevdiğim kot pantolonumu, tişörtümü, rengârenk metal kolyemi ve durumu kurtarsın diye topuklu ayakkabılarımı şık bir kâğıt poşete koyup yanıma aldım. Durumum düşünülürse öyle ahım şahım giyinip süslenemezdim. Topuklu ayakkabı bile fazla mı olur diye epeyce düşündüm.

Arkadaşlarımla buluşmak üzere sözleştiğimiz mekâna vardığımda hava çoktan kararmıştı. İşlek bir caddede, bodrum katında küçük salaş bir meyhaneydi. Kapıdan girer girmez basık ve loş havası insanın başını döndürüyordu. Müziğin sesi yüzünden birbirimizi duymakta zorlanıyorduk.

Kapıdan girişini hatırlıyorum. Basamaklardan inerken göz göze gelmiştik. Üzerinde bordo kareli bir gömlek vardı. Gülümsüyordu. Şaşırmıştı. Ben de öyle. Uzun zamandır aynı yerde çalışıyorduk. Hatta akşam karşılaşacağımızı bilmeden öğlen kahvesini bile dinlenme odasında beraber içmiştik. Tanıyordum ya da öyle sanıyordum.

Acının şehvetli bir duygu olduğunu, ondan sakınmak için başka bir şehvete dönüştüğünü de o gece fark ettim. Ona elimi uzattım. Dans ederken parfümünün fazlalığına rağmen teninin kokusunu duyabiliyordum. Elim avucunun içindeyken nasıl terlediği bile dün gibi aklımda. Sonra masanın altında parmaklarının ayağımın üzerinde bıraktığı his. O topuklu ayakkabıyı giymemeliydim. Teslimiyetin sınırına kadar gittiğimi hatırlıyorum. Gece bitip mekândan çıktığımızda yüzüme çarpan hava ile duraksadım. Devam edemezdim. Dönmek istedim. Yüzümü ellerinin arasına alıp şefkatle uğurlayışı içimi ferahlatmıştı. Sabah olacak ve ben kaldığım yerden devam edecektim. Edemedim…

Artık günler her zamankinden daha hızlı akıyor. Ev, iş ve hastane arasında mekik dokuyordum. Önceleri sadece evim ve hastane koridorlarında mahzunken şimdi iş yerinde de acı çekiyordum. Nedenini soramadığım asla da anlamadığım bir öfke ile karşı karşıyaydım. Öfkenin sahibi güçlenmiş, güçlendikçe bana olan öfkesi daha da artmıştı. Cezalandırılıyordum. Benim için acıyı aralayan mutlu bir anı, onun için tehditkâr bir reddediliş hikâyesine dönüşmüştü. Ayarsızca saldırıyordu. Güçsüz ve savunmasızdım. Görmezden gelmeye çalıştım. Ama görüyordum diğerleri de görüyordu. Uzun bir süre böyle devam etti. Bir sonraki 22 Temmuz gecesinde ki o artık en karanlık temmuz günüydü. Babam gitmiş. Ardına o, sözde bir taziye telefonu ile avlanmaya devam etmişti. Telefonu duvara fırlattığımı hatırlıyorum. Verilen ilacın etkisi ile saatlerce uyumuşum. Gözümü açtığımda doğrulmaya bile takatim kalmamıştı. Zihnim zaman bütünlüğünü yitirmiş, çocukluk ve gençlik yıllarım arasında dolaşıyor. Andan olabildiğince kaçıyordu. Haftalarca sürdü. Geride kalanlar için doğruldum. Yeniden başlamanın yolunu bulmaya çalışıyordum. Geri döndüğümde o mutluydu. Kazanılmış zaferinin tacını, geri dönüşümü fark etmediğini söyleyerek kafasına taktı. Bu cümle üzerine uzun zamandan sonra ilk kez gülümsedim. Hep farkımda olmaya devam edecekti. O günden sonra bir daha hiç konuşmadım. Evet diyenlerle birlikte ilerleyişini izledim. Kadındım. Seçme ve vazgeçme özgürlüğünü elimde bulundurmama sahte bir şefkatle engel olunmuştu. Beyanımın esas olmadığı, misilleme tehdidi ile var olmaya devam etmenin tek yolu susmaktı.

Sustum.

Gelenleri izledim.

Gidenleri de…

İleriye tek bir adım bile atmadım. Yerinde sayan milyonlarca adım.

Beklemekte savaşmaya dair…

Bilirsiniz! Kaçmıyor olmanın yenilgiyi onurlu hale getirmesi gibi bir şey.