Babam sigaraya çıktı. Kapıyı yine tam kapamamış. O incecik boşluktan içeriye azgın bir rüzgâr, sesiyle birlikte doluyor. Pencereden dışarı baktığımda sırtını görüyorum. Gocuğunu tam giymeyip omuzlarına atmış. Bunu giyip yüzünü sardığı ve ava gittiği günleri saklıyor içinde kara gocuk. Av yok, der, her seferinde sadece tavşanla dönerdi. Ama hep başka, daha büyük bir şey vurmanın umuduyla. Avlaktan dönen, sırtı hafif kamburlaşmış adamların, tıraşsız suratlarında saklanan sırrı o da taşırdı. Bir tek kuşlara tüfek kaldırmazmış. Kendince bir kutsallık yüklerdi karda uçan kuşlara. Ayaklarından ipe bağladığı tavşan leşlerini getirip kapının önüne atar ve et yemeyen annemin onların o koyu kanını boşaltıp temizlemesini, sonra da pişirmesini beklerdi. Gocuk hepsine şahittir.
Şimdi dışarıda, arkasında kar lekeli gocuğu. Bir eşya da bazen bildiklerini söylemek için yanıp tutuşur. Bir giysi örneğin, bir insana yarenlik etmeye başladıktan sonra insandan ona, ondan da insana geçen bir şeyler olmaz mı? Hatta giderek o gocuk, o adamın ta kendisi olup çıkmaz mı? Babam gocuğu sırtında taşırken gocuk da babamın kişiliğini yüklenmemiş midir? Ama bir başlasa anlatacak çok şeyi olan o gocuk şimdi hiç oralı değil, babamın omuzlarına yaslanmış işbirlikçi bir gölge gibi susmaya devam ediyor.
Sırtı kehribar işlemeli sigara tablasından bir dal çekip aldı. Üstünden her an düşecekmiş gibi eğreti duran kalın kumaşın iki cebini yoklayıp bir çakmak buldu ve avucunun içinde sigarasını yaktı. Böyle yapmakla, yüzünün karanlığı da bir an için aydınlanıp söndü. Karşıda, kardan beli bükülmüş gibi duran tepelere doğru dumanı bir üfledi. Bu öyle güzel bir örtüdür ki buralar sanki hep böyleymiş, bahar ve yaz mevsimi bir yanılsamaymış, karlar eriyince toprağın gizli yaraları açığa çıkarmış gibi gelir insana.
Çoktandır işlemeyen mutfağımıza gidip çaydanlığın altını yaktım.
Az sonra içeri girdiğinde, Gülperi, bir çay yok mu, getir, içelim, diyecek.
Annemin özene bezene dikip raflara giydirdiği örtüler orasından burasından sarkmış. Bir evin kadını mutfaktan el çekti mi o mutfak da daha adam olmaz, işlemeyen, emanet ele düşen tezgâh kıvranır kıvranır ama sonunda mutlaka ölür, derdi Sebahat Teyze. Bir evin mutfağından kavrulmuş soğan, taze demlenmiş çay yahut fırından yeni çıkmış börek kokusu yayılmazsa ölürmüş mutfak. Emanet el, benim.
Odaya dönüp biraz ısınmak için sobanın yanına sokulmuşken babam içeri girdi. Soğuktan kıpkırmızı olmuş ellerini birbirine sürtüyor.
Yok mu çayın kızım?
Yeni demledim, birazdan alır demini.
Getir sobanın üstüne koy, burada doldurursun. Soğuğa gidip gelme.
Cevap vermeden duvarda kendi beyazlığını dövüp duran saate baktım. Abimi bekliyoruz. Güya arabayla gidip terminalden karşılayacaktık, kar bu kadar yağınca arabayı çıkarmaya cesaret edemedi. Kendi gelir, dedi.
Kaç otobüsüyle gelecekti, diye sordu. Belli ki içi rahat değil.
Bir, iki saate burada olur, taksilerin hepsi zincir takmıştır şimdi. Merak etme.
İyi, dedi.
Kalkıp önce içi kuş resimli teneke tepsiyle bardakları, sonra da çaydanlığı getirdim. Sobanın üstüne oturan çaydanlık inceden cızırdamaya başladı.
Bu gece bizimle konuşacak. Bana bir şey demedi ama abimi bu yüzden çağırdığını biliyorum. Bu tedirginliğin, gerginliğin belki de dışarıda bu kadar güçlü yağan karın bile nedeni bu konuşma. Eve başka bir kadın getireceğini söyleyecek. Özür diler gibi kısık bir sesle, başı hafif öne eğik.
Yalnız yaşamak Allah’a mahsus çocuklar, diyecek. E, siz de beni düşünmekten kurtulursunuz fena mı?
Sobanın alt kapağını açıp külünü biraz eşeliyor, alevi canlandırmaya çalışıyor.
İki kütük daha getir de atalım.
Tekrar soğuk taşlığa çıkıp köşeye istiflenmiş odunlardan irice iki tanesini getirdim.
İyice geçmiş bu, dedi. Harlamak lazım, yok mu kolay yanacak bir şey?
Dipteki odaya uğrayıp bez paketlerinden birini aldım. Üçte ikisini tamamlamaya annemin ömrünün yetmediği hasta bezleri. Her bez paketini açarken ister istemez bunu düşünürdüm: Bu paketi bitirebilecek miyiz? Ya da geriye henüz kullanmadığımız kaç tane kalacak?
Bezleri getirip bir şey demeden odunların yanına bırakıyorum. Çömeldiği yerden yüzüme bakıp bunu kasten yapıp yapmadığımdan emin olmak istiyor. Annemden kalanları yaksın diye önüne mi atıyorum, yoksa gerçekten de sobayı tutuşturacak rastgele bir şey mi getirmişim içeriden?
Telefonum çalıyor. Arayan abim. Taksi yok, diyor. Göz gözü görmüyor burada. Mecbur bekleyeceğim.
Babam konuşmamdan anladı. Gidip almayı denesek mi?
Çıkılmaz şimdi, dedim. O bir yolunu bulur.
Karanlığın ortasında bembeyaz bir yükle dikilen ağaçların oradan bir uğultu geliyor. Kar bitmedi. Bitemedi. Bütün canlılığı içine çekerek kaplıyor etrafı. Soğuktan ortadan el ayak çeken canlılıktan bambaşka bir can doğuyor sanki. Hırçın. Bazen tam yere inecekken yukarı doğru hareket ediyor taneler. Tüy gibiler ama sonunda mutlaka yerçekimine yenik düşüp bir yere konuyorlar. Yine de kırılganlıklarına rağmen bir inatları var.
Aç mıdır? Bir çorba kaynatsak mı?
Bu saatte aç gelmez ama çorba var, isterse ısıtırım, diye içini rahatlatıyorum.
Pazara inersem ışgın alırım, sever abin. Yahut Sebahat’e söylerim yayladan getirtir.
Öyle ya, Sebahat ile kocası Dursun en olmadık şeylere koşar, nerede zor bir iş olsa altından kalkarlar. Yine de herkesin gücü bir yere kadar. İçerki odada kıstırılmış bir hayvan gibi yatan annemi iyi etmeye yetmedi mesela güçleri.
Bir çare bulamadık, diye anlatırdı, babam önce geçmiş olsuna, sonra başsağlığına gelenlere. Elimizden geleni yaptık. Sebahat de Dursun da, Allahları var şimdi, kendi öz ablaları gibi baktılar.
Sonra Sebahat’ın hiç evlenmemiş kız kardeşi gelip matemin tam kalbine bir bıçak gibi saplandı. Bazen bana öyle geliyor ki bütün bu olanlar; babamın burayı alışı, annemin bir türlü sevemediği bu evde hastalanması, Sebahat’in eve ve anneme kanat kol germesi, hatta o güne kadar varlığı pek anılmayan “hiç evlenmemiş” o kız kardeşin annemin ölümünden sonra birden ortaya çıkması, hepsi ama hepsi olması gerektiği ve bir el tarafından kartlar öyle bir sırayla karıldığı için oldular.
Az sonra ağaçların arasından abim beliriverecekmiş gibi cama gidiyorum. Kuşlarda anlaşılmaz bir inat var sanki. Durmadan uçuyorlar. Bir lokmacık canlarına bakmadan. Kar yağarken nereye gitmeye çalışır bu hayvanlar? Ne kadar önemli işi olabilir ki bir kuşun sıcak bir çalılıkta kıvrılmak dururken böyle kendini ortalara atsın?
Babam sobayı harlamakla meşgul. Usulca çıkıyorum odadan. Duvardaki askılıkta susmaya devam eden gocuğunun cebinden arabanın anahtarını buluyorum. Üstüme montumu geçirip sokak kapısından dışarı çıkıyorum. Kapının önünde, kaymamak için arada döktüğümüz küllerden bir yol. Arkaya dolanıp arabayı çalıştırıyorum.
Abim ikinci çalışta açıyor telefonu.
Hâlâ bekliyorum. Taksi yok, diyor.
Ben geliyorum seni almaya. Babamın haberi yok, gizlice çıktım.
Gülperi deli misin? Bu havada sakın çıkma. Hem de tek başına!
Bir şey olmaz. Dönüşte sen sürersin.
Kar bulutlarının arasından ışığı solgun bir yarım ay görünüyor. Yola doğru ilerlerken ahırın kapısında Dursun Amca’yı fark ediyorum. Arabayı görünce çömeldiği yerden kalkmaya davranıp el ediyor. Durmuyorum.