“Bu kapıdan çıkarsan bir daha dönme!” demişti. Dönmedim. Dedemden miras meşhur inadı tutunca, karşısındaki pes edene kadar inat edeceğini bildiğim, ben de ona benzediğim için dönmedim. Bu kez dinledim sözünü.
Kapının önüne bırakılmış sivri burunlu, arkası basık ayakkabıları görünce tiksindim. Bacaklarımda, sırtımda tanıdık bir ürperti. Artık kimseye zarar veremeyeceğini bilsem de huzursuzlandım. Yokluğunu mahalleliye ilân eden ayakkabıları bir başına bırakıp daldım bahçeye. Hepsi oradaydı; duvar dibinde sıralanmış saksılar ve bütün kötü anılarımın şahidi yaşlı erik ağacı. Ağacın altında belli belirsiz bir gölge. Onun kıymetlisiydi saksıları. Kıskanırdık. Benden, kardeşlerimden esirgediği ilgiyi, sevgiyi çiçeklerine verirdi. En çok boynu bükük karanfilleri sevdi. Karanfil olmayı beceremedim, kardeşlerim gibi. O da dedemin ona yaptıklarının intikamını benden alarak karşılık verdi. Tepetaklak, ayaklarımdan ağaca asıldığım o gün, kan, kelimenin tam anlamıyla beynime hücum ederken çoktan filizlenmiş nefretim bedenlendi. Ya kaçıp gidecek ya da…
Bunları düşünmemeliyim. Gitmemem için yalvarıp ağlayan küçük kız kardeşim için döndüm bugün. Kalbinde çiçek açtırmayı beceremeyen, karısına, kızına bir kerecik bir çift güzel söz etmemiş bu adamı her şeye rağmen sevmeye devam edebilen öksüz kız kardeşim için geldim.
Evin girişinde karşıladı beni. Sarıldı boynuma, ağladı. “Salonda, yerde,” dedi. İçeri girmem için yana çekildi. “Ne dirime ne de ölüme gelme,” demişti ama gelmiştim işte. Yine de onunla aynı çatı altında olmak istemedim. Israr etmedi kardeşim. Cebinden çıkardığı zarfı uzatırken sehpanın üzerinde bulduğunu söyledi. Okumamış.
“Abi, bir şey soracağım,” dedi. Sustu. Ne soracağını biliyordum. Sustum. Söyleyemediklerimizle çoğaldı aramızdaki sessizlik. Saksılara kaydı gözüm. “Ben bir kılıç çiçeğiyim, karanfilleri sevemedim,” dedim. Meğer o da sevmiyormuş karanfilleri.