HU!
Köprüden çıkıp Üsküdar’a yöneldiğinde soldaki yokuşun başındaki boyaları dökülmüş Germenli Yalısının tavan arasında sessiz bir telaş var. Günlerden Çarşamba demek ki.
Tavan arasının dar merdivenlerinden inip çıkmak artık çok zor.
“Elbette evladım, giriş kattaki oturma odasına yerleşmem gerektiğinin farkındayım. 98’i bitirmeme 48 gün kaldı ama çok şükür aklım başımda. Sana zahmet veriyorum. Bundan çok müteessirim. Neyse ki sen de artık rahat rahat merdiven inip çıkıyorsun da sana tutunabiliyorum. En önemli şey rahat rahat yürüyebilmek, değil mi?” Yalının küçük kızı Yıldız Hanım, bir solukluk merdivenleri bir ömür kadar uzun bir sürede inip çıkabiliyordu son zamanlarda.
“Çatı katında yaşamak konusunda inatçılık etmiyorum, inan olsun. Benimkisi maziye derin bir sadakat bir nev’i.”
“Büyük babaanne, sizi anlıyorum,” dedi Sitare.
Ayağını sürüye sürüye neredeyse yüz yıldır aynı eşyaların aynı yerde durduğu salonun Boğaz’ı en iyi gören köşesindeki babasının koltuğuna gidip oturdu. Deniz, bahçedeki manolya ağacının yaprakları arasında kıpraşıyordu. Rüzgâr durur mu? O da tül perdeyi fütursuzca itekleyip manolya çiçeklerinin kokusunu getirip salonun ortasına bıraktı. Babasının en kıymetli dostu Münir Nurettin, şairin on yedi yaşında intihar eden oğluna yazdığı “Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın” şiirini bestelemiş ve cumbadaki şu sedire oturup tanburuyla çalmıştı. Dün gibi. O gün, bu salonda, sohbetin konusu ölümdü. “Sokrat -Ölüm; derin ve kâbusların olmadığı uykudur, hiçliğin içine dalmaktır- der,” diye lafa girmişti. Babası ile ağabeylerinin sohbetlerine katılabilmek, çiçeği burnunda bir felsefe öğretmeni olarak kendini kabul ettirmek için epeydir fırsat kollamaktaydı. İyi bir seçimdi Sokrates’le başlamak. “Bir felsefeci olarak…” ile başlayan cümlelerinin ardı arkası gelmemişti gece boyunca.
“Hu!” dedi, durdu bir müddet, “Manolya kokusu nerelere götürdü beni. Bu hikâyelerin bir ehemmiyeti yok şimdilerde. Her şeycikler bir tuhaf oldu, bunları yaşayanlar göçtü, anlatanları da dinleyen kalmadı.”
“Büyük babaanne, sizi anlıyorum,” dedi Sitare. Elinde bir bardak su ile ilaç kutusu.
“Biliyor musun Sitare, tarih boyunca onca filozofun ölüm hakkında söylediği her şey sevdiğin birinin ölmesi ile anlamsız hale geliyor. Çok güçlü, sarsıcı, tuhaf bir duygu. Yaşamadan anlaşılmıyor. Her yaşayan da aynısını yaşamıyor zaten.”
“Büyük babaanne, sizi anlıyorum.” Yıldız hanım Sitare’nin uzattığı ilaçları içti. Bir müddet boş gözlerle baktı. Kısık bir sesle “Beni nerden anlayacaksın ki?” dedi. Oturduğu yerde şöyle bir doğruldu.
“Ev eski ama her şey mekanik artık. Benimle sen gibi. Bugün anneciğimin ölüm yıldönümü Sitare. Anılarla dolu hüzünlü bir gün daha senin anlayacağın.” Bir gayretle koltuktan kalkmak için ellerini uzattı, Sitare kalkmasına yardım etti. Merdiven asansörüne zar zor oturup bahçeye indi. İçinde artık su olmayan mermer havuzun kenarında ki boyaları dökülmüş masanın etrafında duran sandalyelerden birine ilişip bir müddet dinlendi. Sitare geldiğinden beri bahçenin bu tarumar haline üzülmekten vazgeçmişti. Tarumar olan elbette sadece bahçe değildi. Yıllar geçtikçe zamanın güzelim bahçesinden eve, evden çatı katına yayılan ağır bir sessizlik evin ruhunu yok etmişti. Boşuna mı çatı katına yerleşmişti.
Torununun anneler günü hediyesiydi Sitare. Yıldız Hanım’ın, adına her yıl bilim ödülü verilen çok başarılı bir fizik profesörü olan babacığının ismini koymuşlardı ona. İsminin hakkını verdi hani, çocuk. “Sahir Germenli” Dün akşam televizyonda babasının ismini duyunca tuhaf olmuştu. Spiker kadın ile beş erkek yapay zekânın geleceğini konuşuyorlardı. Torun da o konuşmacılardan biriydi. Konuşmacılar iki de bir “Sayın Germenli”, “Sahir Bey” dedikçe ne konuştuklarına dikkatini veremeden heyecan içinde boş boş bakmıştı ekrana.
Her çarşamba olduğu gibi, köprünün trafiğinden kurtulup, sahil yoluna inen viraja son sürat giren arabaları kollaya kollaya, denizin kıyısındaki kaldırımdan yürüyüp Kuzguncuk’taki Bıyıcıyan Efendi sokağındaki Hristos’un pastanesine vardılar. İçerisi karanlık, kapı kapalı ve camda “Paskalya Bayramı hazırlıkları sebebiyle saat 12.de açılacaktır,” yazısı vardı.
Karşı dükkândaki pembe saçlı sıska kız, elinde koca anahtarla koşarak geldi. “Yıldız Hanım, kapıyı açacağım siz geçin, rahatınıza bakın” dedi. İstemsizce Sitare’ye “Nasılsın?” diye sordu.
Yıldız Hanım telefonun sesiyle birden irkildi. Sınıfa aniden müfettiş girmiş gibi eli ayağı birbirine dolandı, zor bela açtı.
“Babanneciğim nasılsınız? Çarşamba gününüz nasıl geçiyor?”
“İyiyim evladım. Yalnız evladım! Sitare’ye önemli günlerin tarihlerini yüklemeni rica etmiştim. Aksi bir ihtiyar gibi şikâyete başlamayayım elbet ama, geldik, kapı duvar, meğer pazar günü Paskalya Bayramıymış. Komşu da kalmadı buralarda, haber etsinler. Tarihten haberim yok, bir tek çarşambaları biliyoruz.”
“Haklısınız, biz proje tanıtımına yoğunlaştık, televizyonlar, röportajlar derken; sizi ve Sitare’yi biraz ihmal ettik. Asistan arkadaşları göndereceğim, Sitare’yi birkaç saatliğine emanet alacağız sizden. Yeni bir yazılım üzerine çalışıyoruz. Onları yükleyip yaşamınızı daha konforlu hale getirmeyi arzu ediyoruz. Sizin Sitare ile ilgili yaşadığınız aksaklıkları takip ettik, ihtiyaçlarınız ve taleplerinizi dikkate alıp geliştirdik bu programı.”
Yıldız Hanım babasının ismini koydukları torununa ismiyle hitap etmekten çekinirdi, küçük derdi.
“Küçük, duyguları zayıf bunun. Bugün annemin ölüm yıldönümü dedim, umursamadı bile. Ayol ölüm bu, unutulur mu hiç? Ben memnunum, sen sakın yanlış anlama. Ama biraz duygusuz. Onun da huyu böyle, diye pek ses etmiyorum. Rahmetli babacığımın ismini taşıyorsun sen, akıllı çocuksun, işini düzgün yaparsın, emin ellerdeyim diyorum. Hiç endişe etmiyorum doğrusu.”
“Çok teşekkür ederim, babaanne. Keşke büyük dedeye layık bir bilim insanı mertebesine ulaşabilsem. En çok istediğim şey. İsmini taşımak bir onur ama ciddi bir sorumluluk aynı zamanda. Yaşı ilerlemiş insanlar için sizin de engin tecrübelerinizden faydalanıp, yeni model Sitareler üretip piyasaya süreceğiz. Hepimiz yaşlanacağız değil mi? İşte ben ve ekibim insanların ileri yaşlarında, daha bağımsız, daha konforlu ve elbette güvenli sürdürecekleri bir yaşam inşa ediyoruz.” Sitare camın önünde dışarıyı seyrediyordu. Dışarıdakiler de ona meraklı gözlerle bakıp duruyorlar, aralarında konuşuyorlardı. Her Çarşamba gittikçe artan bir kalabalık sarıyordu etraflarını. Ama bugün tuhaf bir ilgi vardı.
“Küçük, biliyor musun, Sitare’ye akşam kırmızı bir bandana taktım, çok yakıştı ayol. Pastanenin önünde gençler birikti, sirk maymunu gibi onu seyrediyorlar. Neyse, unutmadan, bu bizim evin müze olması işini ne yaptın? Gitmeden göreyim istiyorum.” dedi. Sahir Germenli Müzesi için başvurular çoktan yapılmıştı. Kaynak bulunduğunda işe koyulacaklardı. Ama küçük “Kırmızı bandanalı Sitare” deyip deyip güldü bir müddet.
Cuma sabahı saat dokuzda, üniversiteden birkaç asistan gelip Sitare’yi götürecek. Dönüşte hem yeni Sitare’yi tanıtacaklar hem de yapay zekânın çizdiği Sahir Germenli Müzesi’ni gösterecekler. Küçük “Babaanne yine ve yeni bir sürprize de hazırlıklı olun, çok mutlu olacaksınız,” dedi telefonu kapatırken. Gurur ve kibir ruhunu ele geçirmeden, camın önünde öylece duran, çocukken sıklıkla gittikleri Gülhane Parkı’ndaki maymunlara dönmüş Sitare’yi fark etti.
“Sitare, bak sana ne anlatacağım. Şöyle karşıma otur.” Sitare bir anlam veremediği kalabalığa arkasını dönüp büyük babaannenin gösterdiği yere oturdu.
“Bu pastanenin bir hikâyesi var, bir tek ben biliyorum. Kaydet şimdi bunu olur mu?” Sitare göğsünün arasına orta parmağınla bastı. Hristos’un hikayesine daldı gitti. Aslında hikâye Yıldız Hanım’ın annesindi. Yıllardır her çarşamba günü bu pastaneye gelip oturması da annesinin hikâyesinde bir sahneydi. Ne annesinin ölene kadar gönlünde yaralı bir kuş gibi sakladığı Hristos’un oğlu kalmıştı dünyada, ne de güzel annesi. Kendisinin de bir aşk hikâyesi olamamıştı. Annesinin ismini taşıyan yapay zekâya aktarabileceği tek aşk hikâyesi buydu. Bugün günlerden çarşamba. Annesi gibi, Hirstos’un pastanesinde artık yabancısı olduğu bu hayatla vedalaşmayı ne çok isterdi. Keşke cuma sabahı randevusu olmasaydı.