Maki
Bir an önce görülsün
diye Akdeniz
Toroslar’da ağaçlar
hep çocuk
kalır
Sunay Akın
Toroslardaki ağaçlar misali her daim çocuk kalmak! Bunu ancak şiirlerde görmek ne hüzünlü. Geçtiğimiz yazımda da Sunay Akın’ın bir şiirini paylaşmıştım. Yeryüzünün ve gökyüzünün birbirine olan amansız aşkını dile getirebilecek enfes bir şiir olarak düşünmüştüm o şiiri. Hangi şiirdi diye soruyorsanız, “Ayrılık” adlı eserini aşağıda tekrar tekrar okuyabilirsiniz Sunay Akın’ın:
Ayrılık
İki rayı gibiyiz
Bir tren yolunun
Yakın olması
Neyi değiştirir
Son istasyonun!..
Ailenin en küçük ferdi olmanın çok zor olduğunu düşünürdüm; ama en son kişi olarak birçok hikâyenin dinleyicisi, hatırlayıcısı ve yazarı olmak da bana düştü. Benden önce ve benimle neler yaşandı neler!
Küçükken benimle misket oynayan babam, benden öncekilerin misket oynayışına ve sokaktan gelmeyişlerine illet olurmuş. En çok dayağı da evin en büyüğü Fuat yermiş. Bu yasaktan ablamlar da nasibini almış. Onlar da babamın miskete verdiği tepkiye inat usta bir misket oynayıcısı olup çıkmış.
Maaile benimle 8 kişi olunca zorlukların yanında keyifli anların da yaşanması kaçınılmaz oluyor. Büyükler konuşurken sus payının sürekli bana zimmetlenmesi sayesinde, dinlemenin keyfini çıkarıp bir sürü anı ve yaşantı biriktirdim zihnimde. İyi ki yazmayı seviyorum da pek çoğu yazdıklarımla birlikte yeniden hayat buluyor. İşte onlardan bir iki kuple!
Kışa hazırlık olsun diye yazın alınan 4-5 ton kömür, koca kamyondan sokağa dökülürdü. Parasını babamın ellerinden peşin alan kamyon şoförü de, havalı havalı gazına basıp egzoz dumanlarını ortalığa saça saça büyük bir gürültüyle uzaklaşırdı. Hakkıydı da çünkü “küçük kömür dağlarını” onlar yaratıyordu. Küçük Kömür dağının eritilip kömürlüğe taşınması, maailenin çok kısa bir sürede hallettiği bir şeydi. İş bölümü de aklımdadır. Büyük kömür parçalarını un ufak etmeden güzel bir şekilde parçalara ayırmak babamın göreviyse onları kömürlüğe taşımak kardeşlerin işiydi. En büyük abim de kömürlükte olur ve gelen parçaları bir kütüphaneci gözüyle farklı farklı yöntemlerle güzel bir şekilde sınıflandırıp dizerdi. Kömürlerin taşınmasından sonra hepimizin yüzü kapkara olur, görünür olabilmek için sürekli birbirimize gülümser, beyaz dişlerimizle birbirimize ışıl ışıl parlardık. Annemin kendi mayaladığı yoğurttan yaptığı bir sürahi ayranı bölüşüp içmek, molalarımızın en keyifli anlarından olurdu. Gerçeklik payı var mıdır bilmiyorum; ama bir kömür taşıma işinde sokaktan geçen bir turist, babamın kömür kırarken fotoğrafını çekmiş. Bunu duyduğumda, dehşete kapılmıştım ve hep şu soruyu sordum kendi kendime: Acaba o fotoğraf siyah beyaz bir şekilde Ara Güler’in fotoğrafları misali bir yerlerde yer alıyor mu? Her halde tesadüfen o fotoğrafı görebilmek, benim için paha biçilmez olurdu.
Fotoğraf demişken maailenin dışına çıkıp dayımın eşinin yani yengemin başından geçen bir anıyı alacağım buraya. Çok küçükken belki de babasının yüzünü bile hatırlamazken, köylük yerden büyük şehre tedavi olmaya giden babasını o günden sonra bir daha göremez. Nerede ölmüştür, mezarı nerededir, bilinmez. Küçük Zarife baba hasretiyle yıllarını onar onar devire dursun içindeki baba aşkı bir türlü sönmek bilmez. Bu özlemi derinden hisseden abisinin oğlu Şenel, bir dedektif misali dedesinin yani yengemin de babasının izini sürer. Bir şekilde bazı arşivlere göz atar ve bir şeyler bulur. O bulduğu şeylerin içinde dedesinin bir de vesikalık fotoğrafı bulunur. O fotoğrafın kopyasını alıp büyütür ve bir çerçeveye koyar. Bir hediye paketi gibi sarar ve yengeme hediye eder. Paketi açıp babasını karşısında görünce yengemin mutluluğu paha biçilmez olur. “Tarihte hangi olaya tanık olmak isterdin” diye sorarlar ya hani, işte ben de o ana şahit olmak, yengemin, fotoğraf da olsa babasını ilk defa görüşünü görmek, fotoğrafa saatlerce bakacağı anın ilk saniyelerinde yanında olmak isterdim.
Gördüğünüz gibi maaile anıları, aile sınırlarının dışına taşabiliyor.
Eskiden badana işleri evin erkeklerine düşerdi. Çok küçük de olsam, bana da uygun bir iş bulurdu babam. Görevim, boyayı karıştırmak olurdu; ama sürekli. Gözlerinden uyku misali oyun akan kardeşinin sabırsızlığına dayanamayan büyük abi, kulağıma “Hadi sen git, oyununu oyna” diye fısıldayarak hayali vizemi elime tutuşturur, ev sınırlarından usulca uzaklaşmamı sağlardı. O sırada babamın gözü, büyük bir dikkatle fırçanın duvarın üzerinde gidip geldiği yerde olur, fırçayı kovaya daldırmak için dönüp baktığında ve beni göremediğinde en azından içinden gülümseyerek ve sinkafını da esirgemeyerek “Eşşoğlueşşek kaçmış yine,” derdi. Yani kesin derdi.
Evden gün içinde uzun süreli uzaklaşmak da en büyük bela kapılarından biriydi. Anneler babalar isterdi ki, en azından arada bir görelim sokakta büyüyen çocuklarını. İşte bazen kaçak bindiğimiz tren yolculuklarında soluğu Kadıköy’de alır, Fenerbahçe maçına giderdik. Stada biletsiz girmenin de ustası olmuştuk. Maçın öncesini ve sonrasını işin içine katınca uzun bir süre evden uzakta olur, eve vardığımızda bu kadar uzun süre olmayışımızın hesabını nasıl vereceğimizi kara kara düşünürdük. Genelde babam hesabı o gün kesmezdi. İti öldüreceğine korkut misali, ha sordu soracak diye düşünürken, kendisi televizyonda haberlerini izlerdi. Bir gün sonra her şeyin süt liman olduğunu sandığım bir anda, sesinin tonunu biraz yükselterek, şu ölümcül soruyu sorardı: “SEN, DÜN NERDEYDİN?”
Evin en küçüğü olunca üçlü abla çetesinin şifreli konuşmalarını da çözmeye çalışırdım bir yandan. Sütyen kelimesini ulu orta söylemek ve benim de anlamamam için kod adı vardı onun. Benim yanımda sütyene toka denirdi. Tokaların bir numaraya sahip olmasına bir türlü anlam veremezdim. Bir de her evde herkesin annesinin ve varsa kız kardeşlerin yapması gereken bir meşgalesi daha vardı: Ağda yapmak. Ablamlara göre çok küçük yaşta olduğum için yanımda yaparlardı. Ağdaların bacaklardan sökülüşünü, nasıl bu kadar rahat yaptıklarına bir türlü aklım ermezdi. Neden çığlık atmadıklarına şaşardım. Onların yerine ben çığlığı basardım içimden. Empatiyle tanışmam o yıllara denk gelir. O ağdaların bacaklardan sökülmüş halini şimdi gözümün önüne getiriyorum da çok zorlarsam içinde böcek ölüsü bulunan değerli kehribar taşlarını andırıyordu diyebilirim.
Ağdayı çok uzatmadan yağda kızarttığımız patateslerden de ikram edeyim size. Evde kimsenin olmadığı bir gün, iki arkadaşımla birlikte kendi başımıza ilk defa patates kızartıp yiyecektik. Yaptık da. Ekmeklerimizin arasına koyup bir güzel yedik. Sonra da delil kalmasın diye tavayı bir güzel yıkayıp yerine kaldırdık. Mutfağın camını da açtığımız için kokudan da eser kalmamıştı. Her tarafa sıçrayan yağı da silmiş olsaydık anneme yakalanmazdık.
Büyük bir hevesle başladığım maaile hikâyelerinin hepsini burada yazamayacağımı aklıma getirince bir hüzün kapladı içimi. O zaman son bir hikâyesini daha paylaşıp kapatayım maaile dosyasını.
Babamın eğitime olan düşkünlüğünü bilirdim. Dahası, çocuklarının okumaktan başka şansı olmadığını da bilirdi. Birçok aile, çocuğunu şehir dışında okutmaya göndermezken, ablamın, yabancı dil öğrenmek için iki yıl İngiltere’ye gitmesine izin vermişti. Şimdi düşünüyorum da bir baba yüreğinin bu kadar uzun bir ayrılığa nasıl katlandığını aklım hiç mi hiç almıyor. Maailenin her bir üyesinin yeri doldurulamaz olduğundan bu iki senelik ayrılık, hepimize 200 yıl gibi uzun gelmişti.
***
Eski aile sıcaklıklarını unuttuk gibi. Aile içi yaşanan şiddetin, bir türlü çözüm bulunamayan kadın ve çocuk cinayetlerinin altında yatan nedenlerin sevgisizlik olduğunu düşünüyorum. Bence herkes hafızasını yoklayıp, “Tüm zorluklara rağmen eskiden çok mutluyduk” başlıklı hikâyelerini gün yüzüne çıkarmalı. Kanayan yaralarımıza bir nebze de olsa merhem olacaktır diye umut ediyorum. Aile candır! Elimizden geldiğince yaşatalım.