Dokuz yaşlarında, yoksul giysili, kıvırcık saçlı çocuk, cam kenarındaki koltuğunda büzülüp oturmuş. Ürkek bakışlarıyla metro treninin hareket etmesini beklerken elindeki paketi bayrak gibi dimdik tutuyor. Tren metro istasyonundan ayrıldığında, kara gözlerini elindeki pakete dikip özenle açıyor. Kokusu vagonu saran lahmacununa iştahla bakıyor. Küçücük bir ısırıkla aldığı lokmayı keyifle ağzında çeviriyor. Sonra, nereden başlayacağına karar vermek için uzun uzun inceliyor lahmacunu. Bu kez en üstten daha büyük bir lokma koparıyor. Ardından bir lokma daha…
‘Mmmmm, acayip!’ diye, geçiyor usundan. Gözlerindeki pırıltı, yanaklarındaki pembeleşme, tam da bunu anlatıyor. ‘Çok güzel be, çooook!’ Bitmesinden korkarcasına ağzındakini yavaş yavaş çiğnerken, arada bir gözlerini kapatıyor. Sanki lahmacunuyla birlikte mutlu, huzurlu bir düşün içinde gibi…
Karşısındaki koltukta oturan Seher, oğlu Bahri’nin küçüklüğünü anımsıyor. ‘Bahri’m de böyleydi, ne zaman alsam yumulurdu lahmacununa. Hâlâ sever,’ diye usundan geçiriyor. Her yudumda yediğinin öyle bir keyfini çıkarıyor ki oğlan, ilgi odağı olduğunun farkında değil. Sanki hiç kimse onu görmüyormuşçasına umarsız. Lokmasını ağzında çevirirken; belli belirsiz bir gülümsemeyle arada bir duraklarda koşuşan insanları, denizi, hızla geçip giden yapıları izliyor. O kadar… Ardından gene lahmacununa yumuluyor.
Ne parasızlık ne de ustasının o gün savurduğu tokat, var usunda. Her ısırıktan sonra gözleriyle elindekini tarayıp bellediği yerden bir ısırık daha alıyor. ‘Buradan mı, yoksa buradan mı?’ diye oyun oynar gibi… Yavaş yavaş ve hiç telaşlanmadan, iyice sindiriyor lokmalarını. Hemen bitirmek istemediği öyle belli ki…
Lezzetli, hem de çok lezzetli olduğunu ilan ediyor, şapırtılarıyla… Dudağının kenarından süzülen yağı çabucak silip tırnaklarını da saklıyor. Çenesindeki yağı, tırnaklarının içindeki siyahlığı, ‘kimse gördü mü?’ diye ürkekçe bakınıyor. Çevresindeki tüm yolcular, lahmacundan koparılan lokmaların mideye yolculuğunu izleyip özeniyorlar. Sona yaklaştıkça artıyor heyecanları…
‘Az kaldı, hay Allah, az kaldı, neredeyse bitecek! Doyacak mı bununla?’ diye hesaplarken, istem dışı onlar da yutkunuyorlar. Bütün bakışlar bir lahmacunda, bir oğlanın yutağı ve hazla kapanan gözlerinde… Sonunda bitiyor lahmacun. Elindeki kâğıdı buruşturup cebine sokuşturuyor çocuk. İneceği durağa yaklaşıyor. Vagondakilerin gözü hâlâ onda. Tren durunca, ayaktakiler, itiş kakış kapıya yönelip oluktan boşalan tazyikli bir su gibi dökülüyorlar istasyona. Ağzının içinde kalanları diliyle toparlayarak, en son o iniyor. İçinden bir türkü tutturup yola düşüyor. Arada bir;
“Ne güzeldi be!” diye aklından geçiriyor… “Şap-şahaneydi, valla!” ‘En iyisi; yarın, anama da alayım,’ diye düşünürken, içinden yükselen ezgiye halay çeker gibi coşkuyla, evinin yolunu tutuyor.