Kevgirin alt kabının olmadığını geç gördü. Yıkanmış maydanoz demetinin süzgecini kaldırdığında tezgâhı, dahası yerleri şaldır şaldır suların bastığını da o sıra fark etti. Aynı renk, aynı büyüklükteki delikli kevgirin alt parçasının takımının ayrılmasına bir anlam vermeye çalıştı, olmadı.
Başını çevirdi, derin nefes alıp içini ferahlatmak istedi. Babaannenin 80 yıllık, görmüş geçirmiş, altın varaklı aynası ona küs müydü, yoksa içinin bunaltısı buğu yapmıştı da gölgede mi görüyordu kendini? Neredeyse siyah beyaz fotoğraf gibiydi sureti. Renkten ruhtan eser kalmamış, kanı canı çekilmişti sanki.
Yoook, anladı gün görmüş soylu altın varak aile yadigârı aynanın dilini. O da alınmıştı, kırgındı. Yumuşacık pamuklu mis kokulu bezlerin o kayan temizliğine alışkındı. Yeni gelen Minel kadın öyle kirli bezle silmişti ki yüzünü gözünü, ruhu feri kaçmıştı. Adeta kederden ölmeye yatası vardı.
O parıltısından, ışıltısından eser yoktu şimdi. Baş köşede durup da marküteri zemini tıpırdatan dansları, uçarcasına ipeklerini, şifonlarını dalgalandıran güzelleri, kaçamak saten üstünde kayarak, müziğin coşkusuyla yasak yerlere dokunan kabalıktan uzak parmakları, süzülen gözleri, büklüm, büklüm lüleleri, anjelik topuzları, göz kamaştıran elmasları, zümrütleri, yakutları bire bin katarak kaçamak nazarlara gönderen o değil miydi.
Denizin dört bir yandan sarıp sarmaladığı geniş yalı salonun coşkulu baş döndürücü havasına kaptırıp topladığı göz kamaştırıcı ışıkları esirgemez, kristal ayrıcalığının gizli kibriyle cömertçe geri gönderirdi. Tavandaki Bohemya kristali avize de devasa balkon camları da köşelerdeki Lui kenz büfelerin üzerlerindeki bakara vazolar da görkem sırasında sınava girmek için bekleyen yeni yetmeler gibi kalakalırlardı.
Artık son demlerin hak edilmiş ağırbaşlılığıyla torununun torununun evinin girişinde, bu yeniyetme varoş büyütmesi, sıkmabaşlı temizlikçinin kirli bezini hiç mi hiç hak etmiyordu. Canına tak edip şangırdamamak için “ya sabır ya selamet” diyordu sık sık.
Altındaki tozlu mermer dresuvara dua etsinlerdi. Kader birliği yapıyor, kirli mor bezin dertlenmesinden ferahlatıyorlardı kendilerini biraz.
Dallı güllü, fuşyalı, allı morlu uzun giysileriyle, sırt çantasına uygun renkte Adidas ya da Nike lastik pabuçlarıyla, ucuz parfüm kokularıyla giriyordu içeri, sabah kahvaltı faslında. Hatta, havaların ısınmasıyla damlama düzeyindeki nemin biraz hafiflemesiyle erkenden açılan pencerelerden önce iç gıcıklayan sentetik koku sonra Minel kadının cüssesi giriyorlardı içeri. Dindar modasına göre sımsıkı bağladığı siyah başörtüsü günlerin sıcağına yetemeyip alnından süzülen ter damlacıklarını korumakta çaresiz kalıyordu gözlere inmesinden.
Uzun boyu ve cüsseli bedeniyle gücü kuvveti yerindeydi, ama sıkılan fiber bez mi isyandaydı, yoksa vurdumduymazlık mı, yerler silinirken daha kirleniyormuş hissi veriyordu? Sular çekildiğinde ise, Terkos gölünün acıklı hali gibi, kedi tüyleri de, kıvırcık saç telleri de, yatak, kanepe, komodin altlarından uçuşan toz topakları da gözlere yarı patlamış mavi çöp torbalarının boz bulanık hallerini, balıkçıların su altına gömdükleri paslı hurda buzdolaplarını, tahtaları kıymık kıymık ayrılmış yan yatıp kuma gömülmüş sandal iskeletlerini çağrıştırıyordu.
Hafta başları kullanılmışları alınıp temizleri serilen yeni yatak çarşaflarının tümden ütüsüz olması ütü masasını boyluyordu. “Bir daha ütülenmek üzere” ama serilmiş olanın da orta ütü izi sol baş ucundan sağ ayak ucuna yol yapması ertesi sabaha bir köprü altı yatağın kapitone görüntüsünden daha beterini sergiliyordu.
Daha 1 yılı dolmamış yeni teknoloji, toz torbasız filtre aksamlı elektrik süpürgesi, alevden soluğunu ortalığa yayıyor, acıklı hırıltısı ben ölüyorum imdat diyerek inliyordu.
Bir arka dönmelik sürede bulaşık makinesinin sepetleri boşalmış, konduğu orta adanın devasa ahşap tezgâhında yağlı yanar döner izler bırakan tabaklar güç bela raflara yerleştirmeden alıkonmuş, “Bunlar daha yıkanmadı ki, temiz değiller!” ağlamasıyla çıktıkları sepetlere gerisin geri dizilmişlerdi.
“Kaçmak”… dedi içi, “kurtulmak en iyisi”…
Yatak odasının serinliğine sığınıp derin bir oh çekti içinden. Dış dünyaya çıkmak için biraz dinlendi, toparlandı. Giysi dolabından askısıyla çekip aldığı likralı pantolonunu bacaklarına geçirdi ama bir serinlik hissetti kalçasının üst bacağıyla birleştiği yerde. Omuzunun üzerinden eğilip bakmasıyla çığlığı basması bir olmuştu. Siyah pülçümlü açıklıktan bacağının damarını bile görüyordu. Siyah kumaş bitimde bir parlaklık ve bir yanık sertliği, “bu buraya kadar” diyordu…
Nefesi yeniden daraldı, boğazı kurudu, başı dönüyordu. Komodinin üzerindeki gece termosunun dolu olmasına şükredip kafasına dikti bir medetle.
İlk koca yudumla yüzü buruldu, ekşidi, demeğe kalmadan fil hortumu gibi dudakları sıvıyı geri püskürttü.
Sabahleyin uzun zamandır dezenfekte edilmeyen termosu mutfağa kendi elleriyle götürüp çalkalamış, deterjandan uzak durmayı yeğlediği için de bitirişi sirke şişelerinin dibinde biriktirip kap kacak dezenfeksiyonunda kullandığı tortulu jel kıvamındaki anaları da koymuştu.
Sümüklü böcek salgısından daha yoğun kaygandı ve buruk ekşilikteydi yudumu. “Öldüğümün resmidir,” dedi, küskün kristal aynaya umarsızca attığı bakışlarıyla, tenindeki soluklukla…
Bir hışımla dermanını topladığı yanık pantolonlu bacaklarıyla neredeyse evin ortasına koşacak, avazı çıktığı kadar, “Gelme anacığım sen artık,” diye haykıracaktı ki, bundan önceki tombiş kadın geldi aklına… Ne yatak odasının duvarındaki aynanın kenarına iliştirdiği altın kaplama uzun zincir kolye yerinde duruyordu ne Hilat bileziği, ne de New York Metropolitan Müzesi’nin satış mağazasından aldığı Neferiti replikası küpeleri ve daha niceleri… Ardından minik dijital kasanın 40 yıllık şifresinin şimdi karşısında inatla “error” vermesinin ürpertisini hissetti ensesinde. Zorlanmış ancak açılamamıştı dolabın üst rafına dübellenerek raptedilmiş minik kutu.
Araştırmışlardı, sabıka kaydı yoktu Tombiş’in, ama 50 yıldaki değerli anıları böyle arsızca yok olup gidivermişti işte. Bu kuşku onu götürürdü, yeni gelecek olanı bağrına bastırır mıydı?
Bu gidişle o da zordu, zor olmasına da inşa edilemeyen düzen daha ne kadar çöktüğü yerde kalacaktı?
Tatil sabahı sıkıntıyla gözlerini araladı. Geceden beri uğuldayarak çile dolduran nem makinesinin haznesi çoktan dolmuş, çalışmıyordu artık. Boşaltılmayı bekliyordu.
Uyku mahmurluğuyla, bedeninde son zamanlarda iyice hissettiği kontrol güçlüğüne yenilmeyip, koca hazneyi kucaklamak yerine, oturduğu kanepeden kovanın içine boşaltmayı akıl etti. Üşenmeyip gitti, makine dairesinden kovayı aldı. Evet başarmıştı, “kolayca boşaldı su gürül gürül…” derken, yerde beliren ıslaklık dalga dalga yayılmaya başladı. Parkenin üzerinde hızla göllenip nehre dönen su içindeki sıvıları da önüne kattı. Yeni güne açılan gözleri karardı, anlının ve ayak parmaklarının hızla soğuduğunu hissetti.
Sonrası mı…? Sonrası bir çöküntünün altındaki çırpınışlarıydı olsa olsa…