Damdan Tülin Abla’nın balkonuna düşen şu yavru martı… Tülin Abla’nın siyatik ağrılarına rağmen geliştirdiği tüm manevra girişimlerine ve ani reflekslerine karşın olumsuz tepki verdi. Dolayısıyla yavru martı, damdaki eski yerine konulamadı. Anne martı, yaşlı kadının tepesinde inatla dolanarak buna izin vermedi. Dahası çıkardığı seslerle çevresine topladığı diğer martılar benzer çığlıklarla Tülin Abla’ya şunu söyleyip durdular: “Onu rahat bırak, büyümesine izin ver.” Hatta bu esnada kül rengi saçlarının ucuna doğru narince bir protesto eylemi gerçekleştiren kumrunun biri: “Bana bak Tülin,” dedi. “Ayağını denk al. O evlat sahipsiz değildir.”
Tülin Abla yarı şaşkın biçimde kuşların dayanışmasını anlatırken, kâinatın başka bir yerinde, İstanbul’da, İstiklal Caddesi’nde 1000 haftadır devam eden bir eylem vardı: Cumartesi Anneleri. “Onlar sahipsiz değildir,” diyen ve 1000 haftadır vazgeçmeden ısrarla bu cümleyi yineleyen kararlı, hüzünlü, dirençli insanlar ve ne yazık ki karşılarındaki muhatap, yufka yürekli Tülin Abla’nın vicdanlı kalbi değildi.
***
Cumartesi Anneleri, Serdar Korucu’nun kaleminden çıkan çok yeni bir kitap. “Evlatlarımız sahipsiz değildir”e “sahip” çıkan, yerinde ve anlamlı bir eylem. Korucu, yıllardır sonu gelmeyen bir direnişin uzun yolculuğunu, kayıp listesi ve tanıklıklarla karşımıza sererken biz okurları benzer, gergin bir bekleyişin içine taşıyor. Galatasaray Meydanı’nda 1000 haftadır devam eden bekleyiş, üstü sürekli olarak kapatılan bir muğlaklığın da berrak bir soru işareti olma özelliğine sahip: “Kayıplarımız nerede?”
Bu yalın sorunun nedeni (keşke cevabı olabilseydi!) unutkan bir hafızaya sahip olan toplumun yeniden hatırlaması ve yaşadığımız ülkenin ama’sız bir perspektiften bakıldığında nasıl şiddetle örülü bir diyar olduğunu yeniden fark edebilmemiz için elzem; yine aynı “neden” Serdar Korucu’nun kalemindeki önsözde varlığını net bir biçimde hissettiriyor. Onun “kayıp” sözcüğüne yaptığı vurguyla birlikte zaman denilen kavramın “beklemek” denilen fiille birleştiğinde ne anlama geldiği de.
“1000 hafta… Bir başka deyişle yaklaşık 10 milyon 80 bin dakika. 168 bin saat. 7 bin gün. 229 ay. 19 yıl…”
Sahi neden?
Serdar Korucu, kitabında, 19 yıldır süregiden bu direnişi, bu topraklarda en eski ve en bilinen kayboluş öyküsüne taşıyor: Sabahattin Ali’ye. Bununla da yetinmeyip onun da kaybının evveline götürüyor hafızalarımızı: 1936’ya. Yaprak Tütün Cemiyeti’nin kurucusu işçi önderi Salih Bozışık’ın gözaltında kaybedilme vakası neredeyse bir ilk. Devletin kaybetme politikaları desek belki daha doğru…
90’lı yıllara gelindiğinde ise kaybolma vakaları, özellikle Güney Doğu’da ve Kürtlere yönelik ağır baskılarda kendini çok net hissettiriyor. Çarşıya kardeşine balık almaya giden insanların gündelik, yarın yapacaklarım var diyerek yaşadıkları zaman diliminde yok oluşlarının hece hece, ilmek ilmek nasıl birbirleriyle bağlandıklarının gerçekleri bunlar.
İşte tam da burada o soruyu sormak elzem. Neden? Neden insanlar gözaltına alınıyorlar sorusu kadar, gözaltına alındıktan sonra neden kayboluyorlar ve bir daha onlardan hiçbir ses alınamıyor? Bu nasıl bir şiddettir ve kaynağı nerede saklıdır soruları ise sadece “devlet şiddeti” diyerek ayıklanabilecek bir cevap değil. Orası çok dikenli bir yol ve yalnızca siyasetin ana atardamarıyla açıklanabilecek bir gölge olduğunu savlamaksa pek mümkün gözükmüyor. Evet, hiç kuşku yok, kötülüğün siyaset kadar siyaset üstü bir boyutu var.
12 yaş…
12 yaşında bir çocuğun kayboluş hikâyesini tek başına siyasetin karanlık yüzü olarak algılamakta güçlük çekenlerden biriyim. Bütün kayıpların hazin gerçeği yanında Davut Altınkaynak’ın kayboluş hikâyesi, dünyayı anlatan bütün dizelerin donduğunu hissettirebilecek güçte bir hikâye. Oğlu gibi güya nedenli (ama elbette nedensiz) gözaltına alınmış bir annenin evladını en son Filistin askısında görmesinin donduğu o karedeki anlatılamayacak olandan bahsediyorum. 12 yaşındaki evladından akan kanı gördüğü zamanki o feryat, bu ülkenin olsa olsa 2024 yılındaki feryadıdır. Aynı zamanda da babasının isyanıdır: “12 yaşındaki bir çocuğun ne günahı olur ki? Suçu olsa bile ne olur, 12 yaşında bir çocuk bu.”
29 Kasım 1995’te kaybedilen Davut Altınkaynak’tan bize kalan bir fotoğraf var. Babasının dediğine göre bu “tek fotoğrafıdır zaten.” Davut Altınkaynak’ın tek fotoğrafı bu ülkedeki kayboluş hikâyelerinin de fotoğrafı besbelli.
Bu tek fotoğraf… Birbirimizle boğuşmak yerine sakın birilerine, “Onu rahat bırak, büyümesine izin ver” diyemediğimiz için olmasın bu? “Ayağını denk al. O evlat sahipsiz değildir,” diyemediğimiz için -hep birlikte? Hep birlikte mi? Ne zaman hep birlikte olabildik ki biz-linç etmenin dışında? Zaman taşlarının beyhude yontucuları.